M. NİHAT MALKOÇ


                                                       “Bu ezanlar ki şehâdetleri dînin temeli

         Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli”(Mehmet Akif)

 

            Ezan-ı Muhammedî, İslâm’ın şiarıdır.

 

            Ezan, lügatlerde “bildirmek, duyurmak, çağ­rıda bulunmak, ilân etmek” şeklinde tarif edilmektedir. Öte yandan ezan, TDK’nın sözlüğünde “Müslümanlıkta namaz vaktini bildirmek için müezzinin yüksek sesle yaptığı çağrı” olarak tanımlanıyor. Müezzin(ezan okuyan kişi) ve mi’zene(ezan okunan yer, minare) de bu kökten gelen benzer kelimelerdir.

İslâm’ın beş esasından biri olan ve Resulullah tarafından “dinin direği” olarak nitelendirilen namaz, Mekke döneminde emredildiği hâlde, ezan İslâm’ın Mekke döneminde yoktu. Hicret’in 1. yılına kadar Müslümanlar namaza “Es-Salah, Es-Salah” diye çağrılırdı. Medine’ye hicret edildikten sonra namaz vakitlerinin duyurulması için çözüm arayışlarına girişildi. Namaz vakitlerini nâkûs(çan) çalarak, boru öttürerek, ateş yakarak veya bayrak dikerek duyurma gibi çeşitli teklifler ileri sürüldü. Bunlardan çan Hıristiyanların, boru Yahudilerin, ateş Mecûsilerin kültüründe var olduğu için Resûlullah tarafından münasip görülmedi. Müslümanlar bu konu üzerinde yoğunlaşmışken ashabdan Abdullah b. Zeyd b. Sa’lebe’ye rüyada ezan öğretilmiştir. Hz. Ömer aynı rüyayı kendisinin de gördüğünü belirtmiştir. Durumun Resulullah’a intikal ettirilmesi üzerine  Resûl-i Ekrem, Bilâl’e ezan cümlelerini ezanda ikişer, ikamette ise birer defa okumasını emretmiştir. Bilâl-i Habeşî, Neccâroğulları’ndan bir kadına ait yüksek bir evin üstüne çıkıp sabah namazının vaktini bildirmek için ilk ezanı okumuştur. Böylece ezan İslâm kültüründe kendine yer bulmuştur. Yine Bilâl-i Habeşî’nin Mekke’nin fethinden sonra Kâbe’nin üzerine çıkıp ezan okuması ve Kâbe’nin içinde iki rekât namaz kılması, İslâm tarihinde Müslümanların fethedilen bölgelere girer girmez ezan okuması ve iki rekât namaz kılması geleneğini başlatmıştır.

Namaza çağrı gayesiyle okunan ezanın sözleri, İslâm’ın temel imanî ve tevhit akidelerini de içerir. Ezan bir ritüel olmanın ötesinde, bütün insanlığa Allah’ın tek Rab olduğunu, Hz. Muhammed(sav)’in onun elçisi olduğunu yüksek perdeden haykırır. 

Müslümanları namaza ve kurtuluşa çağıran ezan şu sözlerden oluşur: “Allahü ekber” (Allah en büyüktür); “Eşhedü en lâ ilâhe illallah”(Allah’tan başka tanrı olmadığına şehâdet ederim); “Eşhedü enne Muhammeden resûlullah”(Muhammed”in Allah’ın elçisi olduğuna şehâdet ederim); “Hayye ale’s-salâh” (Haydi namaza); “Hayye ale’l-felâh” (Haydi kurtuluşa); “Allahü ekber” (Allah en büyüktür); “Lâ ilahe illallah” (Allah’tan başka tanrı yoktur). Sabah ezanında diğer ezanlardan farklı olarak “Hayye ale’l-felâh”tan sonra iki defa, “es-Salâtü hayrun mine’n-nevm” (Namaz uykudan hayırlıdır) sözü söylenir. Sabah ezanındaki bu uyarıcı ilâve söz, seyyid’ül müezzinin Bilâl-i Habeşî tarafından ezana eklenmiştir.

Hakk’ın ulûhiyetini ve hakikatin büyüklüğünü beyan eden Ezan-ı Muhammedî, İslâm’ın şiarıdır. Bütün Müslümanların ortak sesidir. İdrakleri keskinleştiren ve şuur cilasıyla cilalayan ezan, hiçbir milletin şahsî tekelinde değildir. Bütün müminlerin ortak paydasıdır. Günde beş vakit bize kulluğumuzu hatırlatan ve bizi uyanık olmaya çağıran kutlu bir davettir. Zihni bulandırılan kulu, taklidî imandan tahkikî imana taşıyan nuranî bir köprüdür. Minarelerden, çölleşen yüreklere sağanak hâlinde yağan huzurdur. Hakikatin o gür sesinin en üst perdeden kâinatı çepeçevre kuşatmasıdır. Vicdanla cüzdan arasında sıkışan, pörsümüş ruhların inşirahıdır. Fenâ makamının idrakine varmaktır. Fenâdan bekâya yol almaktır.

 

Ezan, henüz bozulmamış vicdanların berrak sesidir.

Ezanlar Müslümanları sadece namaza çağırmazlar. Aynı zamanda Allah’ın haşmetini ve azametini bütün cihana ilân ederler. İnanmış veya inanmamış olsun, bütün insanları hiçbir ayrım gözetmeden ebedî kurtuluşa çağırırlar. Gerçek kurtuluşun Hakk’a ve hakikate teslim olmakta olduğunu ilân ederler. Her şeyin fâni, yalnız Allah’ın bâkî olduğunu haykırırlar.

Ezan, henüz bozulmamış vicdanların berrak sesidir. Bu müşfik ve lahuti ses; tevhidi, tekbiri ve teslimiyeti aynı potada yoğurur. Ezan maneviyat sırrının idraki ve ifşasıdır. Yaratılışın, varoluşun ve hikmetin kutlu eşiğidir. Maneviyat çeşmesinin nurdan oluğudur.

On dört asırdan beri arzla arş arasında fasılasız olarak okunan kutlu ezanlar, İslâm’ın öz varlığını üst perdeden haykırmasıdır. Bir çeşit ilâhî manifestodur. Bir beldenin Müslüman olduğunun delilidir. Bu toprağın gerçek sesidir. Uğrunda ölünmeye değer olandır. Zaman geçtikçe daha da tazelenen ve hiç eskimeyendir. Başka bir tabirle ezanlar eskimez yenidir.

Mabetsiz, minaresiz ve ezansız bir İslâm beldesi düşünülemeyeceği gibi, ezan nurunun aydınlatmadığı ve ezanın o manevî rayihasının sinmediği bir edebiyat da düşünülemez. Söz konusu olan Türk edebiyatıysa ezan o edebiyatta ayrı bir ses ve ayrı bir renk olarak başköşede durur. Nitekim öyle de olmuştur. Zira İslâm’ın bayraktarlığını yapmış aziz milletimizin edebiyatında ezanın apayrı bir yeri ve önemi vardır. Divan edebiyatından modern Türk edebiyatına kadar yüzlerce şair ve yazar, eserlerinde ezan temini işlemiştir. Ezan şair ve yazarlarımızın ilham kaynağı olmuştur. “Tevfik Fikret, Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı, Ziya Gökalp, Arif Nihat Asya, Necip Fazıl Kısakürek Ahmet Hâşim, Faruk Nafiz Çamlıbel, Mithat Cemal Kuntay, Aka Gündüz, Halide Nusret Zorlutuna, Ali Ulvi Kurucu ve Sezai Karakoç”  şiir ve yazılarında ezanı konu edinen ve ondan ilham alan ediplerimizdendir.

            Şiir ve yazılarında ezan konusunu işleyen şairlerimizin başında Yahya Kemal Beyatlı gelmektedir.  Onun ezana hürmeti çok büyüktür. Beyatlı’nın “Ezansız Semtler” yazısı ve “Ezan-ı Muhammedî” adlı şiiri bu sahada kaleme alınmış birer edebî şaheserdir. Büyük şair Yahya Kemal, ezanı Türk Müslümanlığının vazgeçilmez bir unsuru olarak görmüş, ezansız semtlerde büyüyen çocuklara derinden üzülmüştür. Buna dair duygu ve düşüncelerini “Ezansız Semtler” adlı yazısında nefis bir üslupla şöyle dile getirmiştir:

            “Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı? O semtlerdeki minareler görülmez, ezanlar işitilmez, Ramazan ve kandil günleri hissedilmez. Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler?

İşte bu rüya, çocukluk dediğimiz bu Müslüman rüyasıdır ki bizi henüz bir millet hâlinde tutuyor. Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler. Mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinde okunan Kur’ân’ın sesini işittiler. Bir raf üzerinde duran Kitâbullâh’ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gülyağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler. Kandil günlerinin kandilleri yanarken, ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler. Camiler içinde şafak sökerken tekbirleri dinlediler. Dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler. Türk oldular...

Bugünün çocukları büyük bir ekseriyetle yine Müslüman semtlerde doğuyorlar, büyüyorlar. Eskisi kadar derin bir tahassüs ile değilse bile yine Müslümanlığı hissediyorlar. Fakat fazla medenileşen üst tabakanın çocukları ezansız yeni semtlerde alafranga terbiye ile yetişirken Türk çocukluğunun en güzel rüyasını göremiyorlar. Bu çocukların sütü çok temiz, hilkatleri çok metin olmalı ki ileride alafranga hayat Türklüğü büsbütün sardıktan sonra milliyetlerine bağlı kalabilsinler. Yoksa ne muhit, ne yeni yaşayış, ne semt, hiçbir şey bu yavrulara Türklüğü hissettiremez.”

 

“Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyü­dük."

Yahya Kemal Beyatlı, müminleri Hakk’a ve hakikate çağıran Ezan-ı Muhammedî’yi, dinin önemli bir rüknü olarak kabul ediyor. Bu yüzden ezana ulvî mânâlar yüklüyor. Ondan mahrum olarak büyüyen nesilleri bedbaht olarak görerek onlara üzülüyor. Ezanlı semtlerde büyüdüğü için de kendini bahtiyar sayıyor. Bununla ilgili olarak kaleme aldığı “Ezansız Semtler” isimli nefis yazısını şöyle bağlıyor: “Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyü­dük. O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah namazında anne millete tekrar dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar!”

            Türk şiirinin köşe taşlarından biri olan ve büyüklüğü tartışılmayan Yahya Kemal, dinî ve millî duyguları inkişaf etmiş bir şair olarak ezana apayrı bir önem atfeder. Beyatlı, ezanı dinin temeli olmaktan öte, devletin de temeli olarak görür.  Ona çok büyük anlamlar yükler. Beyatlı, Tevhid-i Efkâr’da çıkan “Ezan ve Kur’an” başlıklı yazısında ezanla ilgili olarak şöyle der: “Bu devletin iki manevî temeli vardır: Fatih’in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan ki hâlâ okunuyor! Selim’in Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kur’ân ki hâlâ okunuyor!”

Yahya Kemal, uzun seneler yurtdışında elçilik vazifesinde bulunduğu için, millî ve manevî duygulara hasrettir. Yurdundan uzak kalması, onun millî ve manevî susuzluğunu daha da artırmıştır. Bunun yansımalarını şiirlerinde görebiliriz. Bugüne kadar yazılmış en güzel ezan şiiri olan Ezan-ı Muhammedî’de onun millî ve manevî duyguları adeta kanatlanır. Beyatlı bu harikulâde şiirini, ona bu terbiyeyi veren annesinin muazzez ruhuna hediye eder. Ezan etrafında oluşturduğu bambaşka ve büyülü bir manevî atmosferi şöyle tasvir eder:

“Emr-i bülentsin ey Ezan-ı Muhammedî 
Kâfi değil sadana cihan-ı Muhammedî
Sultan Selim-i evvel ram etmeyip ecel 
Fethetmeliydi âlemi şan-ı Muhammedî
Gök nura gark olur nice yüz bin minareden
Şehbal açınca ruh-ı revan-ı Muhammedî
Ervah cümleten görür Allahu ekber’i
Akseyleyince arşa lisan-ı Muhammedî.”

 

Mehmet Akif’e göre ezansız istiklâl, istiklâlsiz de ezan asla düşünülemez.

Türk şiirinin zirve şahsiyetlerinden biri olan millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy da şiirlerinde ezana apayrı ve geniş bir yer vermiştir. O Akif ki İstiklâl Marşı’nın sekizinci dörtlüğünde “Rûhumun senden İlâhî şudur ancak emeli:/Değmesin mâbedimin göğsüne nâmahrem eli;/Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli/Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli” diyerek ezan karşısındaki hassasiyetini ortaya koyuyor. Çünkü biliyor ki ezan bir milletin Müslümanlığının ve vicdanî hürriyetinin yegâne şiarıdır. Ezan-ı Muhammedî, ümmeti birbirine bağlayan güçlü bir bağdır. Ezanın semalardan çekilmesi vicdanların boşalmasını, insaf ve izan duygularından ayrı düşmesini beraberinde getirecektir.

 Mehmet Akif’e göre ezansız istiklâl, istiklâlsiz de ezan asla düşünülemez. Bunlar birbirinin varlık sebebidir.  “İhtilaf ı metâli' sebebiyle küre üzerinde ezansız zaman yoktur” diyen Akif, ezana derin anlamlar yükler. Onun “Ezanlar” şiirinde dinî duyguların sular seller gibi coştuğunu görürüz. Öyle ki ezan sesleri arzla arş arasını çepeçevre kuşatır. Kapkaranlık gökler, hüzzam makamında okunan yatsı ezanıyla nura gark olur. Saba makamında okunan sabah ezanı, insanlığı derin uykulardan uyandırır. Şiirdeki dilin bugünkü nesle uzak olması bu şiirin gölgede kalmasına sebep olmuştur. Bu şiirin oluşturduğu manevî hava büyüleyicidir:

“Zaman geçmez ki yüz binlerce kalbin vecd-i sekrânı,
Zeminden yükselip, göklerde vahdetzâr-ı Yezdân-ı
Ararken, dehşet-âkîn etmesin bir sayha vicdânı.
Ne lâhûtî sadâ ‘Allâhu ekber!’ sarsıyor cânı...
Bu bir gülbank-i Hak'tır, çok mudur inletse ekvânı?

Bu lâhûtî sadâ çıktıkça cûşa-cûş olup yerden,
İner esrâr-ı kudret kibriyâ tavrıyle göklerden.
Bütün âheng-i hilkat yâd ederken Hakk'ı ezberden,
Vicâhî feyz alır artık o nûru'n-nûr-i ezherden:
Hüveydâ şimdi cânandır seherden, şâm-ı esmerden!

İnip vaktâ ki leylin dest-i istîlâsı gabrâya,
Serer dünyâya zulmetten adem çeklinde bir sâye;
Nazar medhûş, müstağrak giderken zîr ü bâlâya.
Döner, "Allâhu ekber" cûşu yükseldikçe Mevlâ'ya,
O muzlim sîne-i hilkat tecellîzâr-ı Sînâ ya!

Senin, dem geçmiyor, yâdınla lebrîz olmadan eb'âd!
Ne müdhiş saltanat yâ Rab, nasıl âsûde istibdâd!
O istibdâda hürmettir ezanlar, subhalar, evrâd...
Hayır, sen rûh-i rahmetsin, bu sesler senden ister dâd,
Verir miydin, eğer dâd etmesen, feryâda isti'dâd?”

 

“Biz kısık sesleriz, minareleri/Sen ezansız bırakma Allah’ım!"

 

Ömrü gelgitlerle geçen ve tezatların adamı olan Servet-i Fünûn Döneminin isyankâr şairi Tevfik Fikret de şiirlerinde ezan konusuna yer vermiştir. O, dindar olmasa da, fıtrat olarak dine aç bir insandı. Onun, Rumelihisarı sırtlarında bulunan Boğaz’a nazır “Aşiyan” adını verdiği evinde kaleme aldığı “Sabah Ezanında” adlı şiiri ezana dair derûnî duygular içerir. Bu şiir, özellikle tabiatın sessizliğe büründüğü sabah vakitlerini ve o vakitlerde okunan sabah ezanının insan ruhundaki tesirini anlatıyor. Fakat o, kendi ruhundaki tesirden ziyade, inanmış bir insanın ezandan etkilenişini aktarıyor. Yani onun buradaki konumu ezanı içselleştirmek değil, onu usta bir gözlemci olarak aktarmaktır. Bunu yaparken de ahenk unsurlarından azamî derecede yararlanır. Fikret, otuz yaşlarındayken yazdığı bu şiirinde ezanın bir müminin gönül dünyasındaki yansımalarını şöyle tasvir eder: “Allahü ekber… Allahü ekber…/Bir samt-ı ulvî: gûyâ tabiat/Hâmuş hâmuş eyler ibâdet//Allahü ekber… Allahü ekber…/Bir samt-ı nâlân, gûyâ avâlim/Pinhân ü peyda, nevvâr ü muzlim,/Etmekte zikr-i Hallâk-ı dâim,//Allahü ekber… Allahü ekber…/Bir samt-ı ulvî kalb-i tabîat,/Bir samt-ı nâlân, rûh-i akâlim/Etmekte zikr-i Hallâk-ı dâim,/Etmekte ra’şan ra’şan ibâdet”

“Fetih Marşı”, “Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor”, “Bayrak” ve “Naat” gibi dinî, millî ve ahlâkî konularda kaleme aldığı birbirinden güzel şiirleriyle tanıdığımız Arif Nihat Asya da ezan hassasiyeti olan şairlerimizden biridir. O, 1967’de yayımlanan “Dualar ve Âminler” adlı kitabındaki meşhur “Dua” şiirinde Rabbine şöyle yalvarmaktadır: “Biz kısık sesleriz, minareleri/Sen ezansız bırakma Allah’ım!/Ya çağır şurda bal yapanlarını/Ya kovansız bırakma Allah’ım!/Mahyasız minareler... göğü de/Kehkeşansız bırakma Allah’ım!/Müslümanlıkla yoğrulan yurdu Müslümansız bırakma Allah’ım!”

Ezan üzerine şiir ve nesir türünde eserler kaleme alanlar Yahya Kemal, Mehmet Akif, Tevfik Fikret ve Arif Nihat Asya’yla sınırlı değil. Bunların sayılarını artırmak mümkündür.

“Namaz, sancıma ilaç, yanık yerime merhem;/Onsuz, ebedî hayat benim olsa istemem” diyen Büyük Doğu şairi Necip Fazıl Kısakürek, ezan ve namaz konusunda son derece hassas bir insandı. “Ölürken aynı ahenk, sala sesinden sızan:/Kulağıma doğduğum günde okunan ezan” diyen Üstat Necip Fazıl’ın ezana hürmeti her şeyin fevkindeydi.

Abdurrahim Karakoç “Üşüyenler” adlı şiirinde “Ezanlar buz tutmuş minarelerde!” dizesini söyleyerek Türkî Cumhuriyetlerdeki camilerin vaktiyle hayatın dışına itildiğini üzülerek belirtmekteydi. Türk-İslâm davasının yılmaz mücahitlerinden biri olan Osman Yüksel Serdengeçti de “Ayasofya” adlı şiirinde fethin sembolü olan Ayasofya’ya  “Hani minarelerinden göklere yükselen,/Ta maveradan gelen ezanlar?.../Hani o ilâhî devir, ilâhî nizamlar?...” diye soruyor.  Şiirin sonuna doğru “sessiz ve öksüz minarelerinden yükselen ezan sesleri fezaları yeniden inletecek!” diyerek yarınlara dair umutlarını taze tutuyor.

Diriliş mektebinin liyakatli hocası Sezai Karakoç, bir dizesinde “umut gibi ışı / ezan gibi uzan her sabah” diyerek ezanla, yarınlarımızı ışığıyla aydınlatan umut arasında bir bağ kurar. Aynı Karakoç “Ezanlar temeldir. Ezan okundu mu o memlekette esenlik var demektir, bağımsızlık yaşıyor demektir. Ezanlar okundukça biz, hür ve bağımsızız demektir. O sadece bir ibadet için çağrı değil, aynı zamanda bağımsız ve hür olduğumuzun işaretidir.” der.

Allah bu güzel memleketin semalarından ezanı, müminlerinden izanı eksik etmesin.