Card image cap
12 eylül garabeti̇ ve i̇şkenceleri̇

ERKEKLİĞİNDEN  OLDUN  AMA

SENİ ZEVKTEN  MAHRUM ETMEYECEĞİZ.

''Hocam  koş,  geliyorlar.''

Evet,  geliyorlardı lakin ben topal  bacağımla  nasıl  koşacaktım?

Birlikte  denize  gittiğim  öğrencilerim hızlıca  koşmaya  başladılar. 

Ben de  elimden,  daha  doğrusu  ayaklarımdan geldiği  kadar 

hızlı  bir şekilde  kendimi cadde üzerindeki dükkanlardan  

birine atmaya  çalışıyordum çünkü hangi gruptan olursa olsun birileri, 

dövmek  istedikleri kişi  bir  dükkana  kapağı  atarsa 

o  dükkana  girmiyorlardı  bu  ilçede. 


Taraflar  arasında resmi  olmasa  da  

bir  centilmenlik  antlaşması  vardı adeta.

O  değil  de asıl  baş belası olan  ve her  iki  taraf  için  de  

Sırat  Köprüsü  olan  Manavgat  köprüsünü

( Günümüzün  nostaljik  köprüsü) aşıp bizim  tarafa  geçmiştik.  

Bu  serseriler hangi cesaretle bizim tarafa geçerek 

bizi takip ediyorlardı  ki ?

Tabii  ya,  bugün  günlerden Pazardı.  

Tüm  dükkanlar  kapalı olduğu  için caddeler,  

sokaklar  adeta bomboştu. 

Dükkanların  kapalı  olması  ise  benim  için  bir  felaketti. 


Tek  açık  dükkan lokantaydı  ama 

oraya  ulaşmadan  yakalarlardı  beni. 

Nitekim  aynen  dediğim  gibi  oldu. 

Kafama  inen  bir  darbe  ile  yüz  üstü  yere  düştüğümde 

hem kafamın  arka tarafı,  hem  de alnım  kanlar  içinde  kalmıştı. 

Hani  kabadayıların  dediği  gibi 

'' Sana  bir çarparım  bir  de  yer  çarpar.''  

Bana da bir  çarpmışlardı,  bir  de yer  çarpmıştı. 

Kafaya  aldığım  ilk  darbeden  sonra bir  iki  de  sırtıma  indi  darbeler. 


Demir  su  borularıyla  dövüyorlardı  beni,  

bizim İmam-  Hatip  Lisesinin  karşısındaki  düz  lisenin öğrencileri. 

Yanımdaki  öğrenciler bahsettiğim  lokantadan  

bir su  şişesi (  kırarak )  ve  bir  bıçak  kapıp  dışarı çıktığında  

ve  onlara  lokantacı  da iştirak  edince dayakçı  

öğrenciler gerisin  geri  kendi  mıntıkalarına  kaçtılar. 

Sonrasında  kafama sekiz  dikiş  atıldı. 

On  gün  '' iş  göremez ''  Raporu  verildi  ama  

ertesi  gün  sanki  hiç  bir  şey  olmamış  gibi  derslerime  devam ettim.

 

Takvim  yaprakları  6  Mayıs 1979'u  gösteriyordu. 

Deniz Gezmiş'in  idam  edilmesinin  yedinci  sene-i devriyesinde  

öcü  onunla uzak yakın hiç bir ilişkisi olmayan benden alınmaya çalışılmıştı. 

Evet,  12 Eylül  Dönemi  dendiğinde  ilk  aklıma  gelen  bu  anıdır 

ve  eminim  o  günleri  yaşayan  herkesin  

12  Eylülle  ilgili acı  bir  anısı  vardır.


Bugün  sağ  görüşlü  olsun  sol  görüşlü  olsun 

o  günleri  yaşamış  olan herkes 

o  günlerde  çektikleri çilelerle  ilgili  bir  şeyler  anlatır. 

Kendi  adıma konuşacak  olursam  ben  on binlerce,  

hatta  yüz binlerce Ülkücünün  ya  da  

Devrimcinin çektikleri  çileler  yanında  hiç  bir  şey  çekmemişim. 

Çünkü  yukarıda  anlattığım anı  dışında  hiç  bir  şey  yok bende. 

Mesela  hiç  sorguya  çekilmedim.  Hiç  nezarettte  yatmadım. 

Filistin  askısı  nedir  bilmem (  Yaşamadım  anlamında bilmem,  

yoksa  ne  olduğunu  biliyorum  elbette.) 

Vücuduma  elektrik  verilmedi. 


Coplanmadım,  copu  kıçıma  sokan  olmadı. 

Ayaklarımı  uzatmak,  ya  da  toplamak  için, 

veya  oturmak ya da kalkmak için izin istemek zorunda  kalmadım. 

Dahası 12  Eylül 1980 Günü  pek  çok  arkadaşım 

'' Aha  şimdi  mahvolduk.'' Diye  endişe  içindeyken  ben 

'' Ulan  ne  güzel  işte,  akan  kan  duracak,  

kardeş  kardeşin  kanına  girmeyecek.  

Sevineceğinize  üzülüyorsunuz. 

Salak mısınız  siz ?'' Diyordum.



Çok  sürmedi,  bir  ay demeden pak  çok  tanıdığım, 

birlikte  görev  yaptığım arkadaşımın  veya 

düşman  bellediğim  tanıdıklarımın  

ortadan  kaybolduklarına  şahit  oldum. 

O  durumda  bile '' Rahat  dursalardı.  

Kim  dedi  onlara  vatanı  kurtarın  diye. 

Bak  bana  dokunan  oldu  mu?'' 

Diyor, kaybolanlar  için '' 

Anarşiye  karışmamışlarsa  serbest  bırakılırlar  nasılsa.  

Türk  ordusu  adaletlidir,  merhametlidir,  

suçu  olmayana  bir  kötülük  yapmaz.'' Diyordum. 

Kazın  ayağının  öyle  olmadığını  çok  yakın  

bir  arkadaşım içeri  alındıktan  bir  süre  sonra  

serbest  bırakılınca anladım. 

''Neler  yaşadınız  içeride?

'' Diye  sorduğumda '' Her  şeyi  anlatmamız  kesinlikle  yasak.  

Ancak  şu  kadarını  anlatabilirim: 

Ayak  tabanlarımıza  vurulan  ilk  beş  coptan  sonra 

artık  tüm vücudum  hissizleşiyordu. 


Bıyklarımızı  elleriyle  yoluyor,  

suratımızı  kan  revan  içinde  bırakıyorlardı'' deyince '' 

Anlatabildiklerin  bu  kadarsa anlatamadıkların  

en  korkunç  filmden  daha  dehşet verici  olmalı'' dedim. 

Sadece  ''Evet.''  manasında kafasını  salladı.

Evet,  yıllar  sonra  öğrendik  12  Eylül  1980  ve  

sonrasındaki  günlerde  insan  denen mahlukun  

yine  kendisi  gibi  insan  olan  başka  canlılara karşı  

ne  kadar  acımasız,  zalim  ve vahşi  olabileceğini  ki  

canlılar aleminde hiç bir başka canlıbu derece vahşilemezdi.

Düşünebiliyor  musunuz? İnsanlara  acı  çektirmek,  

daha  çok  acı  çektirmek  için  kırk beş  çeşit  

işkence  icat  etmişler bu dönemde. 


Onlardansadece  birkaç tanesini değerli arkadaşım,  

Taşmedreseli Ülkücülerden Ahmet  Ersolak, 

bakın  nasıl  anlatıyor:

ON İKİ EYLÜL 1980...

Yer: ZİNCİDERE

NETEKİM Kenan'ın, İŞKENCE hanesi...

Ne ararsan var insanlık dışı... 

Dayak, falaka, jop, sopa, demir, 

çarmıha germe, cereyan verme,  

çırılçıplak soyma, buz gibi havada hortumla suya tutma, 

hayaları sıkma vs.  

Ha, bir de oturma ve ayakta durma cezası var. 

Günlerce otur, otur beton zeminde altın oyulur. 

Günlerce ayakta durarak, ayaklar dizlere kadar şişer, 

yara olur. Bir müddet, sonra da ayak, bedeni taşıyamaz, 

mahkum pat diye yere ağız üstü düşerdi.


Bazılarının elleri kalorifer borularına bağlanır, 

o, yıkılmaz, yığılırdı. 

Bir müddet sonra da sırtına, yaftası yazılırdı:

Uyumayacak, ayakta dalmayacak. 

Su içmeyecek, yemek yemeyecek. 

Tuvalete gitmeyecek vs.

Bir müddet sonra elleri çözük ayaktaki mahkum 

halusasyonlar içerisinde bayılarak yere ağız üstü düşerek 

burnu kanamaya başlar. 

Müdahale etmek kimin haddine, 

ölen ölür, kalan sağlara işkenceye devam...  

Düşme sesine doğu aksanlı, asker girer, 

yerde yatan mahkuma tekme atarak, 

''Ne, yatıyorsun loo'' Derdi. 

''Efendim, bayıldı.'' derler, 

tekmeyelerek mahkumu ayıltan cahil asker, 

(ki o askerlere bu mahkumlar, 

''canavar, insan değil, ırz namus düşmanı'' diye telkin edilirdi ki 

mahkuma mermamet etmesin.)

 tekmeyelerek ayılttığı mahkumun iki yakasından tutarak,, 


LA, SEN NE YATIYORSUN YERDE? LA, 

KİMDEN İZİN ALDIN DA BAYILDIN, SEEN?'' 

Diye bağırırdı. 

Bayılmayı ne zannediyorsa zavallı asker...

Bayılan da eğitimli AYDIN... SELAM İLE

İnsanoğlu vücudundaki  yaraların  acısını  unutuyor ama  

ruhundaki  açılan  yaraların unutulması  mümkün  mü?

Mesela aşağıda  okuyacağınız dehşet  verici olayı  

ve  benzerlerini  yaşamış  olanların unutması mümkün mü  

ruhlarında  açılan  yaraları?

*****

12 Eylül öncesi 

"Doğu'nun Başbuğu" lakabına sahip olan Yılma Durak,  

MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası'nda, 

konuşmasını sürdürürken, bir ara hıçkırıklara boğuldu.

Duruşma Hakimi Kıdemli Binbaşı Vural Özenirler, 

araya girmek zorunda kaldı:

- Konuşamayacaksınız herhalde. 

Sağlığınız elvermiyorsa oturun. 

İsterseniz sorgunuzu erteleyelim.

Durak, hıçkırıklar arasında zor anlaşılır bir sesle cevap verdi:

- Hayır konuşacağım.


Durak, "konuşacağım" demesine rağmen, 

hıçkırıkları bir türlü dinmiyordu. 

İşkence altında yaşadıklarını bir türlü hazmedemiyor, 

kelimelere döküp, duruşma salonunda dile getiremiyordu.

Hıçkırıklarla ağlarken, 

Duruşma Hakimi bir defa daha araya girmek zorunda kaldı:

- Rahatsızsanız oturun, dinlenin. 

Sorguya daha sonra devam edelim.


Yine "hayır" cevabını veren Yılma Durak'ın dudaklarından 

hıçkırıklar arasında şu sözcükler döküldü:

- Bana işkence yapanlar, "Sen erkekliğinden oldun, 

ama seni zevkten mahrum etmeyeceğiz" dediler. 

Cop soktular.

Hıçkırıklar arasında söylenen bu sözler; 

herkesin tüylerini diken diken etmişti. 

Hakim heyeti bile şok olmuştu. 

Salonun dört bir yanından çığlıklar yükselmeye başladı.

Mahkeme salonu alabildiğine karıştı. 

Salonun arka tarafında bulunan dinleyiciler, ayağa kalkarak 

Mahkeme Heyeti'nin bulunduğu bölüme doğru yürümeye başladılar.

Durak'ın yakınları ise çığlık çığlığa bağırıyorlardı:

- Allahsızlar, vicdansızlar...

******

Allah  o  günleri  bu  millete  bir  daha  yaşatmasın.

O  günlerin zalimlerini  topluca Allah'a  havale  ettik  

ve  çok  iyi  biliyor-iman  ediyoruz  ki  

Yüce  Rabbimiz yapılan hiç  bir  kötülüğü  yarına  koysa da  

yapanın  yanına kar  koymaz.


Sami Biberoğulları