Yine soğuk yüzünü göstermeye başlamıştı Şehr'i Arzen'de. Cadde boyu, köşe başları kestane pişiricileri tarafından rezerve edilmişti. O malum kestane kokusu ayyuka çıkmış,bizlere kışın sıcak yüzünü gösteriyordu.Bir de, yünlü kalpak ve çorap satıcıları var. O canım yünlü malzemeleri dükkanların vitrininden salım salım sallandırdıklarını görünce birden içim ısınır nedense...Ya o kömür ve odun satıcılarına ne demeli...hemen ön sokağında bulunan tenekeciler çarşısı,sıra sıra dizili sobalar,semaverler,mangallar ve onların vazgeçilmez unsuru olan soba boruları ve soba altlıkları...Bu yılda kış hazırlığımız bu minvalde başlamıştı. Kışlık patates, soğan, peynir,yağ ve diğer kuru bakliyatlar kilerlere atılmıştı bile .Bu sene yeni bir soba çeşidi çıkmış,adı kuzineli sobaymış. Ninem, dedeme sıkı sıkı tembihledi.

-Bak bey,alacağın soba mutlaka kuzineli olsun! Çünkü,tez yanıp geç soğirmiş o yüzden unutmayasan!...dedi.

Ninem,beyaz baş örtüsü altında nur abidesi gibi duruyordu. Vakarlı, mağrur ama içten bakışıyla dedemin;

-Tamam alırız, meraklanma! sözü ortamı soğuttu birden.

Babam da, dedeme çekmiş, sevgilerini pek belli etmezler. Halbuki,ninemin başı ağrısa dedem kana yasa bulanır. Bilmez ne yapsın. Etrafa emirler yağdırır. Ama iş sevgiyi sözlü belli etmeye gelince tüm anaarterler tıkanır. Bu da Anadolu kültürümüzün gereği olsa gerek. Sonra,elinde ki bastonu yere vurarak;

-Selim, nerde kaldın? Çabuk ol, çarşıya gidiyoruz ! 

-Geldim dede geldim ! Montumun fermuarını çektim.Başımda ki bereyi de düzeltikten sonra cevap verdim.

-İşte buradayım ve gidebiliriz !

Dedemin yanına yanaşarak,sol koluna girdim.Aheste aheste, sokağın kesme taşlı arnavut kaldırımlı yollarını adımlamaya başladık. Her esnafa ayrı ayrı selam veriyor, hal hatır soruyor, öyle geçiyorduk.Hepsi de sağ elini kalbinin üstüne gelecek şekilde tutup,başlarını öne eğerek tam mukabele ediyorlardı.Bu manzara öylesine sevimli ve içten geliyordu ki, yarınlara ait zor günlerin sigortası gibiydi. Ayrıca,oturan ayağa kalkıyor,selamı alıp sonra oturuyordu.Her esnaf kendi alanında tekti. Kasap, Manav, Berber, Nalbur, Züccaciye, Sarraf,Sahaf, Kıraathane v.s. hepsi tanıdık bildik insanlardı. Tuhafiyeci Cemil amca, dedemin asker arkadaşı.Tam beş sene aynı taburda askerlik yapmışlar. İkisi de gazilik madalyalarını özenle ve gururla göğüslerinde taşırlardı.

Trablusgarb,İnönü,Sakarya ve Aziziye muharebelerine katılmışlar. Nice anıları var hep anlatıp dururlar. "Mavi Köşe Tuhafiyecilik" tabelası her gidiş gelişte eve yaklaştığımın emaresidir.Boyası solmuş bu tabelanın bulunduğu iki katlı bina; Cemil amcaların evi ve iş yeriydi. İki sokağı tam ortadan böldüğü için her iki sokağa ve ön caddeye cephesi vardı. Sokağın mihenk taşıdır adeta. Dükkanın önünde daima dört tabure olur. Dedem, köşeyi dönünce, ilk tabureye oturdu.Yorulmuştu haliyle.Ben de her zaman ki gibi içeri girdim.Cemil amcaya selam verdikten sonra elini öptüm.Saygı ve tazimle;

-Dedem, dışarıda sizi bekliyor dedim.

-Cemil amca, her zaman tıraşlı ve kravatlı gezerdi .Güler yüzüyle ;

- Tamam geliyorum! dedi. Dedemin yanına gelince; dedem oturduğu yerden kalktı ve öylesine içten sarıldılar ki;sanki,kırk yıldır birbirlerini görmemiş gibiler.İstisnasız, her defasında bu merasim gerçekleşir. Hal hatır muhabbetinden sonra, Cemil amca, dedeme;

-Hayırdır Kamil Efendi ! Bugün ki kaygın nedir? Dedi.

Dedem, elinde ki bastonu dükkanın pencere demirine astı.Sonra,sırtını iyice duvara verdi.Cemil amcanın gözlerinin içine bakarak;

-Sorma azizim. Biliyorsun,malum kış kapıda. Şunun şurasında sobaların yanmasına on beş bilemedin yirmi gün var. Her sene yaptığımız gibi hazırlıklara başladık. Bizim soba, epey eskidi. İç işlerinden sorumlu nazırın emri var.Bu sene kuzineli soba alınacakmış.Falan filan...Dedemin sözleri bitince,Cemil amcanın yüzünde muzır bir ifade belirdi.Sonra;

-Ya mirim! Sen yaşlandıkça daha bir mülayim olmaya başladın.Hatta,edebim müsade etse; kılıbık oldun diyecem . Maalesef yüreğimde ki biriktirdiklerimi, dilim bırakmıyor zikretmeye...

Cemil amcanın gülümseyerek yaptığı bu zarif şakaya, dedem biraz bozulur gibi oldu. Sonra,bir iki öksürük,tıksırık hazırlığı derken cevabı patlattı;

-Eee azizim, "Atı, atın yanına bağlarsan, ya huyundan ya da suyundan çekermiş. "Altmış senedir beraberiz deemi? 

Muhabbet bu minvalde sürdü. İçilen çay ve kahveler işin balı kaymağı olmuştu.Dedemle yorucu günün sonunda kuzineli sobayı,boruları ve mermer altlığını, At arabacı Kazım abiyle eve getirdik.Ninem bol bol dualar etti bize.Akşam yemeği yendi.Bütün aile tandırbaşına toplandık.Dedem tandırbaşına sırtı dönük otruuyordu.Güleryüzü ve tatlı diliyle hepimize doğru bakarak;

-Bu gün size, memleketimizin çok önemli değerlerinden ve bizim de, alt mahalleden komşumuz olan; Nene Hatunu ve Erzurum'u düşman elinden kurtarışımızı anlatacağım.Çünkü, o günlerde yaşananlar, unutulacak ve unutturulacak olaylar değillerdir. Sizler, benim evlatlarım,torunlarım olarak; bu yaşanmış olayları,hekatları unutmayın, unutturmayın !!!

Tarihimizde, doksan üç harbi olarak anılan; 1877 - 1878 Osmanlı - Rus Savaşı sırasında, Erzurum'daki Aziziye Tabyasının savunulmasında kahramanca savaşanlardan biriydi o. Mücâdeleye, küçük yaştaki oğlunu ve kızını evde bırakarak katılmıştı. O sıralarda yirmi yaşlarında genç bir gelindi kadıncağız. 

Yine böyle bir Kasım ayıydı. 1877 gününün gece yarısında, buralarda beraber yaşadğımız ve bizim gibi Osmanlı vatandaşı olan Ermenilerin bir kısmı gayrimeşru çeteler kurarak Erzurum'un Aziziye Tabyası'na girmeyi başardılar. Tabyayı koruyan Türk askerlerini ise öldürdüler. Arkadan gelen Rus askerleri, hiçbir mukavemetle karşılaşmaksızın tabyayı ele geçirdiler. Baskından yaralı olarak kurtulmayı başaran bir er, şehir merkezine ulaşıp kara haberi bizlere ulaştırdı. Sabah ezanından hemen sonra minârelerden şehir halkına duyuru yapıldı. "Moskof askeri Aziziye Tabyası'nı ele geçirdi." Bu haber, Erzurum'da vatan savunması için emir telakki edildi. Silâhı olan silâhını, olmayanlar; balta, tırpan, kazma, kürek, sopa ve taşları ellerimize alarak Tabya'ya doğru koşmaya başladık. Kadın - erkek tüm Erzurum halkı yollara dökülmüştük. Koşanlar arasında, erkeği cephede çarpışan bir tâze gelin de vardı. Ağabeyi bir gün önce cepheden yaralı olarak gelmiş ve kollarında can vermişti . Üç aylık bebeğini emzirmiş, "Seni bana Allah verdi. Ben de O'na emânet ediyorum." Diyerek vedâlaştıktan sonra birkaç saat önce ölen ağabeyinin kasaturasını alarak sokağa fırlamıştı. 

Bizler ölüme koşuyorduk.Evet ! Hem de hiç gözümüzü kırpmadan. Canımızı dişimize takarak; Aziziye Tabyası'na doğru koşuyorduk. Tabyaya yerleşmiş olan Rus askerleri, gelenlere yaylım ateşi açtı. Ön sıradakiler o anda şehit oldular. Arkada olan bizler , geri çekilmek yerine daha bir kararlı ve hızlı olarak ileri atıldık. Demir kapılar kırılıp içeri girildi. Boğaz boğaza bir savaş başladı. Mükemmel silâhlarla donanmış Moskof ordusu, baltalı - tırpanlı, taşlı - sopalı halk karşısında ancak yarım saat tutunabildiler. İki bin üçyüz Moskof öldürüldü.Tabya geri alındı. Biz de, bin kadar şehit vermiştik.Benim de sağ bacağıma iki kurşun isabet etti. Biliyorsunuz. Aksamam ondandır. 

Hemen yaralıların tedâvisine başlandı. Nene Hâtun da yaralılar arasındaydı. Fakat o yarasına aldırmıyor, evindeki bebeğini unutmuş, diğer yaralıların kanını durdurabilmek, yaralarını sarmak için çırpınıyordu. Nene Hâtun böyle bir ortamda tanındı ve saygı ile sevildi. 

O'nun, vatan için gece başlayan mücâdelesi, tüm düşman Erzurum'dan kovuluncaya kadar devam etti. Erzurum'un her karış toprağında cephâne taşıyarak, yaralılara hemşirelik yaparak, yemek pişirerek, su dağıtarak, hizmetten hizmete koşarak destanlaştı. Gazi Ahmet Muhtar Paşa'nın bu zaferinde Nene Hâtun'un ve O'nun vatan aşkını paylaşan biz sivil insanların da payı çoktu. 

Savaştan sonra da Nene Hâtun, destan kahramanlarına yaraşır bir asâletle yaşadı. Kendisini ziyâret eden Nato'da görevli Amerika'lı subayın bir sorusuna: 

-O zaman vazifemi yapmıştım. Bu gün de ilerlemiş yaşıma rağmen aynı hizmeti, daha mükemmeliyle yapacak güç ve heyecana sahibim. cevabını vermişti. 

İşte çocuklarım, bugünki hekatım bu kadar yarın ola hayrola...