
(ev)li̇li̇k
Siyah
elbisemi giyiyorum büyük bir özenle. İlk defa yüzüme makyaj yapıp saçlarıma da
maşa atıyorum. Her şey tamam mı diye, aynada son bir kez, her yönden kendimi
seyretmeyi de ihmal etmiyorum. Gördüklerimden çok memnun bir şekilde, ayakkabılarımı
giydiğim gibi heyecanla sokağa atıyorum kendimi. Hoşlanacak mıydım, bilmiyorum.
Ama çok ısrar etmişlerdi. Belki de çok abarttılar belki de kocaman bir yalandı
kim bilir? İçimde sözlü sınavına kaldırılmayı bekleyen bir öğrencinin telaşı,
kalbim ağzımda, heyecanla buluşma noktasına nasıl geldiğimi bile anlamıyorum.
Erken
geliyorum sanırım, adam ortalıkta yok. Bu düşünceyle, ortalardaki bir masaya
geçip beklemeye başlıyorum. Hemen başucumda biten garsona bir çay söyleyip,
çantamdan çıkardığım kitabı okumaya başlıyorum. Okuduğumu sanıyorum belki de.
Bir hayli zaman geçiyor ve hala gelen giden yok. Ne yapalım biraz daha bekler
kalkarım. Garson çayımı bitirdiğimi görmüş olmalı ki başımda bitiyor tekrar.
Bir çay daha söylüyorum mecburen. “Bu kadar da insan bekletilmezdi ki yeter
artık!” Deyip kalkmaya hazırlandığım anda karşıdan bana doğru gelen birini
görüyorum. Sırıtarak yürüyen, kel, kavanoz dibi gözlük kullanan, sivri burunlu
ve onlar yetmiyormuş gibi üstüne üstlük dişlek, sıska adam gittikçe bana doğru
yaklaşıyor.
“Yok,
canım sen de! Olamaz. Çok çirkin. Hem kel ve hem de yaşlı sayılır.” Diye
düşünüyorum. Adam gittikçe yaklaşıyor; o yaklaştıkça ben uzaklaşıyorum. İçimden
“ Ne olur o olmasın!” Diye dua ediyorum.
Adam
tüm pişkinliği ile sırıtarak tam karşımda durup, upuzun parmaklı elini bana
uzatıyor. Tiksinerek tokalaşmak zorunda kalıyorum.
“Merhaba.
Ben Halukcan.” Diyor hafiften kırıtarak.
“Merhaba!
Ben de Ayşe!” Diyorum hayret ve isteksizlik içinde.
“Naber
ya? Beklettim mi seni çok bebeğim? Deyip
rahat bir şekilde koltuğa yayılıyor. Garsonnn!
Bana bir filtre kahve. Aa! Unutuyordum şekerim, sen ne alırsın?”
“Çay
içiyorum ben. Başka bir şey almayacağım.”
“Çay
mı? Hiç sevmem ya. Filtre kahvesiz başlayamıyorum güne. Starbucks‘da
buluşsaydık keşke. Tarzım değil böyle yerler. Ne bileyim çok kıro.”
Ağzını
yaya yaya konuşması, sinirlerimi iyice geriyor.
Tiksinerek:
“Ali
eniştem çok övgüyle bahsetti sizden.”
“Haa
evet ya. İyi adamdır minnoş. Şimdi baştan konuşalım. Daha önce kullanıldı mı?”
“Efendim?”
Çayın yudumu boğazımda kalıyor.
“Mesela
çok dar olmaması lazım. Ben bunalırım, uğraşamam. Geniş, ferah olmalı girip
çıkarken.”
Adamın bu iğreti sözleri karşısında ne
diyeceğimi bilemiyorum.
“Öyle
değil mi ama? Yatak odası da çok önemli benim için. Öyle ya vaktimizin çoğu
orada geçiyor.”
“Öyle
evet haklısınız.” Sinirden kıpkırmızı kesiliyorum.
“Bir
de Ali amcayla konuştuk. Sağlam değil mi bir çatlak falan yok? Portakallar
önemli bir de benim için. Genişlik lazım ki iyice kavrayayım.”
Elinde
içecekle dönen garson, kahvenin birazını masaya dökünce sinirlenen Halukcan:
“Ya
dikkat etsene oğlum. Salak mısın nesin?”
Artık
daha fazla dayanmam mümkün değil. Suratına fırlatıyorum kahve bardağını.
“Ne
oluyor be? Salak mısın sen kızım? Mahvettin ya markaydı bu, kaç para haberin
var mı?”
“Bir
de utanmadan üste çıkmaya çalışıyor. Hıyar!”
“Ya
yürü git be başımdan! Sen gerçekten evlenmek mi istiyorsun? Bu nasıl tavırlar,
konuşmalar. Hiç utanmıyor musun? Sapık!”
“Ahaaa
bebeğim, sorry? Ne evlenmesi kuşum. Kafan mı güzel?”
“Bak
doğru konuş. Şu tavırlarını da düzelt!”
“Bebişkom,
çok yanlış anlaşılmalar şey etmiş sanırım. Ben evlilik için burada değilim. No
evlilik! Ben sadece ev arıyorum.”
“Yalan
söyleme! Sabahtan beri beni taciz ediyorsun sapık! Yok, portakaldı yok yataktı
yok genişti, dardı. Kafanı kırarım senin!”
“Hayatım
ben sanatçıyım. Portakallarla çalışıyoruz bu sıra. Yatak odası da çizimlerde
işime yarıyor.”
Şimdi
olayı anlıyorum. Evimi satmak istiyordum. Eniştem de eve talip olan birini bana
talip sanarak yanılmıştı işte. Utancımdan yerin dibine giriyorum.
“Ben
zannetmiştim ki…”
“Ne
sandın beybi ya? Âlem kızsın. Olsun fena
değilsin ama evlenemem seninle. Çok
sıkıcı evlilik. Bana göre değil inan. Tercihlerim farklı kız! Neyse beybisi ben
kaçtım. Ev işini sonra konuşalım, nasıl olsa tanıştık. Ha bu arada hesap
senden. Param kalmamış da.”
“Tabii
olur. Sorun değil. Görüşürüz.”
Bu
çok değişik adamdan nihayet kurtuluyorum. Masada artık yalnız ve şok içindeyim.
Biraz kendime gelince hesabı ödeyip alev alev yanan yüzümle kendimi dışarıya
atıyorum. Uzun uzun yürüyorum oradan oraya. Çok iyi geliyor yürümek. Adeta
yenileniyorum, nefes aldığımı fark ediyorum. Akşamüstü ben hala yollarda
yürürken, telefonum çalıyor. Arayan sevgili eniştem. Açmıyorum tabii telefonu.
Ne diyeceğim yani açıp da?
“Hay
senin yapacağın işin içine!” Diyemem ki.
O
an, evi satmaktan ve evlenmekten vazgeçiyorum. Beni kucaklayacak sıcak yuvama doğru
yol alıyorum kahkahalar atarak. İleride, bugün yaşadığım olayı iğrenerek mi,
utanarak mı yoksa gülerek mi anacağıma bir türlü karar veremiyorum.