Her yaz gecelerine benzer bir gecenin yarısıydı. Uzaklardan geçen ışıltılı gemileri selamlıyordu Münevver,  beşinci kattaki denize nazır, geniş balkonundan.

-Kaptanım! Ah kaptanım benim!  Diyerek haykırdı boşluğa.

Yaşadığı şehir küçük, nüfus yoğunluğu az olan bir yerdi. Herkes birbirini tanırdı haliyle. Bu sakinlik ve aşinalık içinde gelip geçenler, Münevver Hanımı bu seslenişinden dolayı hiç yadırgamıyordu. Her gece yarısı balkon selamlaması alışkanlık haline gelmişti. Bir gün çıkıp selamlamayacak olsa, asıl yadırganış o zaman yaşanırdı. “Bizim deli Münevver yine iş başında!” Diyerek, gülüp geçiyorlardı. Dalgalar sakin, martı sesleri ve yakamozların şavkında ne de güzel bir geceydi. Denizden sahile serin bir rüzgâr esiyor, insanlar biraz olsun rahat nefes alıyordu.

-Ah kaptanım ah! Niye bırakıp gittin beni bu genç yaşımda?

Alt kattaki komşu kadın, Münevver Hanım’ın uyumamış olduğunu görünce; ayağına terliği geçirdiği gibi soluğu üst katta aldı. Büyük bir yaygara kopararak, yumruklamaya başladı kapıyı.

-Münevver abla! Münevver abla! Aç şu kapıyı ya! Nerede kaldın?

            Az sonra açılan kapının ardından; üzerinde pembe renk,  ayıcık baskılı, ip askılı atlet ve kısa şortuyla göründü Münevver Hanım. Buruşuk tenine hiç de uyum sağlamayan, komik pijamaları ve dağınık kısa saçlarıyla baktı komşusuna zamanı geçmiş bir suratla.

-Ne var be?  Kırdın kapıyı. Ne istiyorsun kız gece yarısı?

Onun bu tavırlarına alışkın olan kadın hiç aldırış etmeden;

-Abla ya. Uyumadığını görünce geleyim dedim işte. Ne kızıyorsun, kızma.

-Ne var?

-Abla hani şu bizim akraba vardı ya.

-Eeee!

-Eeesi ona kısmet bulduydun ya sen.

-Tamam kızım! Yarın gel.

Diyerek,  bir kirpik oynatışında kapattı kapıyı üstüne.

-Hıhh! Şundaki havalara bak! Şu yaşında kıyafetlerine bak. Utanmıyor da haspam!

Yanında küçük kızıyla; Münevver’in evinin salonundaydı öğleden sonra, komşu kadın.  Bir oyuncak müzesine benziyordu evin her yanı. Boy boy, rengârenk ayılar; eşekler, kediler, köpekler. Farklı ten ve saç rengiyle sayısız bebekler! Kaptanlıkla ilgili ne aranırsa bulunabilecek bir arşiv ve araç gereçler. Duvarlar ise; erken yaşta ölen kaptan kocasının fotoğraflarıyla yaşamak zorunda bırakılmıştı. 

Münevver Hanım, pembe mini bir elbise giymiş, saçına da aynı renkte çiçek takıştırmıştı. İki kadın sohbete dalmışken; çocuk da yavaş yavaş müze kurallarını ihlal ediyordu.

-Ya Münevver abla. Bu kız hanım kızdır. Yap bir iyilik.

-Aman kızım! Adım çöpçatana çıktı. Yok, ben bıraktım o işleri!

-Öyle deme ablam.  Çok duacın var senin.

Ancak rüyasında görebilirdi bu kadar oyuncağı çocuk. Keşfe devam ediyor, iştahı gittikçe kabarıyordu. En azından bir kere olsun parmağını değdirmek istiyordu sarı saçlı bebeğe.

-Aman kız sen de abartıp durma.

Güzel, övgü dolu sözler karşısında Münevver’in yüzündeki ifadeden göğsünün kabardığını fark eden komşu kadın, üzerine gidip dil dökmeye devam etti.

-Yap bir iyilik be ablam. Sevap alırsın. Büyük kadınsın sen. Ne kadar iyi birisin. Mübarek kadınsın. Seni çok severler bilmez misin?

-Haklısın.  Bu kızla birlikte bugüne kadar evlendirdiklerimin sayısı neredeyse altmış çifti bulacak.

-Altın yürekli ablam benim. Allah razı olsun.

            Çocuk, kendisiyle ilgilenilmediğini gördükçe oyuncaklara tek tek dokunuyor ve büyük bir arzuyla alıp evine götürmek istiyordu. Hele o sarı saçlı bebek yok mu? Karşısındaki vitrinde bir prenses gibi kurulmuş kendisine gülümsüyordu. Tutamadı kendini , onu oradan çekip çıkarmak için elini uzattı. Tam da o anda, kadının alarm olarak kullandığı oyuncak cadı, kahkaha atmaya başladı.

-Aaa o ne?  Senin kız nerede?

Cadı oyuncağın aniden attığı kahkahalardan korkan çocuk, geri sıçradı. Köşedeki beyaz altın işlemeli vazoya çarptı. Vazo parçalanıp, un ufak olurken çocuk da sırt üstü düşerek yerde buldu kendisini. Her şey bir anda olup bitmişti. Çığlık çığlığa gelen ev sahibi;

-Ayy! Burnumun dibindekini nasıl fark edemedim ben?

-Abla! Gözümüzden kaçtı işte. Koskoca salon.

Çocuğa dönüp;

-Gel kız buraya.  Dedi Komşu Kadın.

Çocuk korkudan hıçkıra hıçkıra, titreyerek ağlamaya devam ederken;

-Ah kaptanım ah!  Gel, gel de gör karıcığını. Kimlerin eline düştüm kaptanım. Genç yaşımda çocuksuz bıraktın da gittin beni!

Yere oturup; kırılan vazonun parçalarını ellerini kanatırcasına topluyor, ardından tekrar yere bırakıyordu.

-Münevver abla! Sakin ol ne olur. Hele otur şöyle, bir su getireyim sana. Kendine gelirsin.

Koşarak mutfağa gitti. Adım atar atmaz tuhaf bir koku burnunu kapatmasına sebep oldu. Buzdolabını açtığında; ağzına kadar yiyeceklerle dolu olduğunu gördü. Koku oradan geliyordu. Hepsinin tarihinin çoktan geçtiğini ve bozulup, çürüdüğünü anladı.

-Bırak kız. Dokunma onlara sakın. Benim onlar, yiyeceğim!

Komşu kadın kendi kendine söylenmeye başladı.

-Cimri karı ne olacak! Şunca şeyi alıp dolaba yığmakta nedir? Çocuklar bir tanesini istese vermez. Mezara götürecek sanki. Yazık be onca nimete!

 Dolabın kapısını iterek kapattı. Bulduğu bir bardağa musluktan su doldurdu. Burnunu tutarak salona geldi.

-Al abla. Bizimki maaşını alsın da sana bir vazo alırım. Canını sıkma. Haydi, kal sağlıkla.  Ocakta yemeğim vardı.

-Alırmış! O bana kaptanımdan yadigârdı! Sen benim anılarımı geri mi getireceksin be! Nasıl getirirsin ki? Ah kaptanım ah, dayanamıyorum sensizliğe. Beni de al artık yanına!

Bütün gece boyunca vazodan arta kalan parçaları okşayarak ağlayıp durdu. Vakit gelmişti. Her zaman ki gibi balkona çıktı. Gelip geçenler bakmıyordu bile.  Çarşaf gibi denizde, uzaktaki gemilerin ışıklarına daldı. Hüzünle selamladı.

-Kaptanım! Ah kaptanım benim!