
Görmek mi̇?
Ben doğuştan körmüşüm. Daha önce hiç görmedim.
Körlük neymiş onu da bilmem ki! Ben, bir karanlık dünyada katran karası zifiri
karanlıkları bilirim. Karanlık bir şeyin içinde- neyse adı- tıngır mıngır bir o
yana, bir bu yana sallanır dururum yuvarlana yuvarlana. Ne bileyim işte, ses
çıkarmadım hiç, herkes öyle diyor diye. Sormadım. Ne zaman ki o aşina sesler,
yerini başka konuşmalara bıraktı; bir şeylerin farklı olduğunu düşündüm işte.
Ben,
insan nedir bilmezdim ki! Ben neydim nereden bileyim. Çok şeyi sonraları
anlattılar bana. Anlattılar diyorum! Anlatma olduğunu da o zaman anladım. Ben tanımlar,
varlıklar, nesneler, şeyler nedir hiç görmedim ve bilmedim. Adının acıkma
olduğunu hep ağladığımda duydum “Acıktı bebek!” diye. Ad ne bilmezdim, bebek
bilirdim, öyle derlerdi.
Gökyüzünü
anlattı annem bana. Bulutlar var, bazen beyaza çalan, sonra birden grileşen.
Hareket halindeler. Durmazlar bir durdukları yerde. Bereket taşırlar, bazen
afete sebep olan yağmurlar. Denizmiş adı, onu anlattı diğer gün. Masmaviymiş,
dalgalar kıyılara vururmuş sesler çıkarırmış. Yakamozlar oynaşırmış, balıklar
yaşarmış, deniz bir başka âlemmiş. Kumsallar, dağlar. Nasıl bir şeydir?
Ormanlar, ağaçlar, bahçeler, yemyeşil çiçekler açarmış rengârenk... Gökkuşağı
imiş adı. Yağmurlarda açan güneşte oluşurmuş yedi renkten. Ne, bu renkler ne?
Ben bir siyahı bilirim, hem de katran karası, zifiri karanlıkları. Başka renk
bilmem ki? Anlatıyor işte durmadan. Sarı, mavi, yeşil, beyaz, kırmızı atıp tutuyor
bolca. Ne anlarım ben?
İyi
tamam da merak ediyor insan. Mesela dokunayım ellerimle bulutlara. Getirin
koyun avucuma. Ama yok! Peki, çıkarın
beni o gökyüzü dediğiniz yere. Gezdirin. Olmaz, öyle mi? Anlatmayın o zaman!
Hadi okşayayım renkleri. Dolaştırın ormanları, bahçeleri. Kokularından tanırım
belki. Atın denize beni. Tanısın tenim dokunuşlarında. Dalgalar alıp götürsün
beni enginlere. Bırakın beni bana. Yok, bırakamazsınız, boğulursun dersiniz
hemen. Boğulmak en iyi bildiğim şey. Zaten doğduğumdan bu yana hep boğuluyorum
ben. Bırakın da derin, serin, mavi dediğiniz yerlerde boğulayım. Bırakın beni!
Okullar
varmış, akranlarım her gün gidermiş. Sıralar varmış, tahta varmış akıllı, bazen
kara akılsız benim gibi. Yazılar yazarlarmış. Harfler, kitaplar. Yepyeni
bilgilerle dolarlarmış. Hadi beni de götürün, görmesem de yazmasam da o konuşan
adı öğretmen olanları dinleyeyim. Yok, öyle ya, neden götürüp getiresiniz o
kadar yolu ve bekleyesiniz başımda.
Onlar
okula giderken, onlar koşup oynarken; ben yatakta yatıp öyle hareketsiz tüm gün
annemin televizyon dediği şeyden çıkan kadın- erkek gürültülerini, adına müzik
denilen bazen tüylerimi diken diken eden nağmeleri, bazen de tıngırtıları dinlemek
zorundayım. Ve hiç eksik olmayan, komşu denilen kadınların bomboş laflarını,
dedikodularını da ekleyin üstüne. Düşünüyorum da sevmiyorum bu sesleri. Bırakın
beni rahat, hiç olmazsa karanlık dünyamda başımı dinleyeyim.
Anlattıkları
doğru ise bizi Allah yaratmış. Ben hiç görmedim haliyle onu. Sizler bilirsiniz,
görmüşsünüzdür belki. İşte bazen kızıyorum ona. Neden beni böyle yaratmış ki?
Acaba ne suç işledim de bana bu cezayı verdi? Sonra üzülüyorum, barışmak,
konuşmak istiyorum onunla. Neden beni seçti diye sormak istiyorum. Bu sorudan
vazgeçemiyorum belki bir gün dinleme fırsatı bulur diye usanmadan tekrarlıyorum
işte.
Benden
büyük iki ablam var. Annem söyledi. Onları seslerinden ayırt edebiliyorum.
Bazen ellerini tutuyorum, saçlarına dokunuyor kokluyorum. Onlar her sabah okula
giderken, pencerenin ardında ayak seslerinden takip ederim onları, sesleri
kaybolana kadar. Öylece bakar dururum peşlerinden neye baktığımı, neyi görmek
istediğimi bilmeden.
Geçen
gün; ablamlar okula, babam da fırındaki
işine gidince sabahtan, Ayşe teyzem geldi. O benim öz teyzemmiş. Annemle
büyümüşler, kardeşmişler. Okumuş kadındır. Her şeyi bilir, akıllıdır. Her daim
inanılır, güvenilir onun sözlerine bizim evde.
Ayşe
teyzem yan odada belli ki annemi de almış yanı başına; benden gizli, fısır
fısır bir şeyler konuşuyorlar. Gözlerim görmez ama kulaklarım olağanüstü derecede duyarlıdır. Tüm
dikkatimi yan odaya verip dinledim merakımdan.
-Bak
Fatma bu kız kaç yaşına geldi?
-Ne
bileyim. Sekiz oldu galiba.
-Sekiz
ya. Altı yaşında okula başlıyor elalemin çocukları.
-Bacım.
Okula gidip de ne edecek zavallım.
-Yanlış
konuşuyorsun Fatma. Şimdi eskisi gibi mi? Devir değişti. Engelli okulları var.
-He
ya vardır, doğrudur. Sen diyorsan. Bilmem ki şimdi, masraf çıkmasın da.
-Ne
masrafı çıkacakmış be! Bu çocuğa yazık değil mi? Bütün gün evin içinde
yatağında, pencere köşelerinde.
-Sen
bir Hasan’la da konuşsan Ayşe!
-Olur
olur. Onunla da konuşurum.
Sevinmenin ne olduğunu o an tattım. Bir
heyecan sardı içimi.
Genellikle
düşünürüm. Aslında yapabileceğim tek şey
de o. Simsiyah dünyamda durmadan düşünmek iyi gelir bana. Ne ailemi, ne yaşadığım evi, sokakları ne de
tabiatın nimetlerini ve en önemlisi bir kez olsun kendimi göremeyeceğim. Elbette
buna için için çok üzülürüm. Ama bunu hiç kimseye belli etmem. Olsun, insanları
ayak seslerinden, vücutlarının çıkardığı hışırtılardan, ağızlarından çıkan
seslerden tanıyorum. Kokuları bile hep burnumda.
Şimdi,
umutluyum. Düşüncelerimi daha da geliştirecek, daha çok düşünebilecek ve
yepyeni şeyler öğreneceğim, okula gideceğim. Hele öğreneyim de ben onları öyle
bir görür gibi şekillendiririm ki! Artık karanlıklarda aydınlıkları yaşama vakti,
öğreneceklerimle.
KENAN KOÇTüylerim şu an bile diken diken.
Ruhum daraldı inanın. Nefesim tkanır gini
Nasıl bir halet-i ruhiye.
Mütrhiş etkileyici muhteşem bir öykü.
O hadar canlşı bir sanlatiş ki
Kutluyorum yüreğiniz.
O kadar öykünüz okudum belki elli
Hepsinde rol almılş yaşamıs gibi anlatış tarzına hayranım
Bu kadar içten nasıkl giriyorsunuz o havaya
gönilden kutluyorum
sevhgimle