AH AGAM ÖLMESEYDİ !

 

          Davuldan-zurnadan çıkan sesler bağırış, çağırış, nara seslerini bastırıp Ersem Canbolat ve komşu evlerin camlarını zıngırdatıyordu. Ustalar bahşişi iyi aldıklarından olsa gerek vazifelerini tam icra ediyor, davulun derisi; vuran tokmağa “ ne olur beni yarma” dercesine adeta yalvarırken zurnacı avurduna topladığı nefesi bir körük gibi zurnaya üflüyor, çıkan ses şiddeti desibelleri aşıp bir fırtına şiddetinde ev duvarlarındaki çelenleri yerinden fırlatacakmış gibi oynatıyordu.

 

          Ersem’ in ev komşusu yıllarca Almanya’ da çalışmış bayağı bir birikim edinmişti. Neslini devam ettirecek oğluna görkemli bir düğün yapıyordu. Tek oğlu olduğu için düğünde hiçbir harcamadan kaçınmamış, deyim yerinde ise kurulan sofralarda sadece kuşun sütü eksik kalmıştı.

 

          Düğüne bir hafta kala Ersem’ in babası Abile’ ninOmar hakkın rahmetine kavuşmuştu. Düğün sahibi Ersem’ den komşu hatırına düğün müsaadesi alma gereği duymuştu. Öyle ya hayat devam ediyor ölenle ölünmüyordu. Sağdan soldan oturdukları evin yazlığında biraz hasbihal ettikten sonra adam “ bana müsaade, uğrayacağım yerler var “  diye ayrılırken içtiği çayın bardağıyla beraber düğün davetiyesini de çay tepsisine koymayı ihmal etmemişti.

 

          Davul ve zurnanın sesinden içi kıpırdayan Ersem “ hadi hanım düş önüme varıp komşuya bir hayırlı olsun deyip dönelim, insan yaşamında her şeyin yeri ayrı, ayrı ” deyip kendi önde hanımı arkada komşu evin yolunu tuttular.

 

          Ersem’ i çocukluğun da ev komşuları öğretmen Hasan Avşar okutmuş, onun aslında çalışkan bir öğrenci olduğunun farkına varmış, fakat dil peltekliğinden  konuşma güçlüğü çeken öğrencisini bir türlü okuluna ve derslerine bağlayamamış, yıllarca bunun üzüntüsünü yaşamıştı. İlk okulu zar-zor bitiren Ersem her ne kadar arkadaşı Zalkan’ ınkörHalibam le elde tüfek dağ-bayır  haylaz-haylaz av peşinde koşsa, köy içinde kuş taşlasa da onun aklı fikri Karacaören Kırşehir arasında taşımacılık yapan iki kamyondan birisine muavin durup önce şoförlüğü öğrenmek, günü gelince de Almanya’ da işçi olarak çalışan babasına bir kamyon aldırmaktı. Babası onu Almanya ya götürmek istemişse de bu sevda yüzünden inat edip gitmemişti.

 

          Zamanın akışını kim durdurabilir ki, aradan geçen yıllar içerisin de Ersem’ in tüm hayalleri gerçek olmuştu. Köyde bir müddet canlı hayvan alım satımıyla uğraşan çelikçilik yapan kişilerle bir müddet çalıştıktan sonra edindiği şoför arkadaşlarıyla bu işten vazgeçerek nakliyeciliğe başladı. Tatlı dili, güler yüzü, hoş sohbeti sayesinde bu işte aranan kişilerden biri olmaya başladı.

 

          Kırşehir’den aldığı yükü başka şehre götürdüğünde boşaltıp orada bir dakika boş durmuyor yüklediği nakliyeyi  başka bir şehre taşıyor, paraya para demiyordu. Yurt içi yolları bazen uzuyor İran, Irak, Suriye gibi komşu ülkelere de uğruyordu. Uzun yol şoförlüğü belki başkalarına zor gelebilirse de hoş muhabbet Ersem’ e onların aksine tatlı ve neşeli geliyor bazen yolun bitmesini hiç istemiyordu.

 

          İstirahat için mola verdiklerinde iki tek atan Ersem’ in içi-dışı fıkır,fıkıroynar kamyonun teybinden  gelen  oyun havalarının ritmine vücudunun belden alt yanı adeta bir gantil gibi sızardı. Kimden ve nasıl öğrenmiş bilinmez “ fidayda” oyun havasının ritmine göre oynarken sağ dizini yere her vurduğundadizi adeta yeri oynatır, “biter Kırşehir’ in gülleri biter ” oyun havası çaldığında çömeldiği yerden kalkarken ellerindeki kaşık yada zil sesi yeri-göğü şakırtıyla inletirdi. Çalan her oyun havasına vücudu duyarlı olup onun ritmine göre kendiliğinden harekete geçer kulakları duymayan birisi onun hangi isimli havayla oynadığını vücudunun hareketlerinden anlardı.

          Gerek verilen molalarda, gerek arkadaş alemlerin de veya davet edildiği düğünler de onun yeri başkaydı. Ersem’ in olmadığı bir eğlencenin tadı-tuzu yok sayılırdı. Ankara’ da ikamet eden Kırşehir’den Karacaörenli arkadaş grubu Pazar tatili muhabbetlerin de bir iki duble atıp kafaları hoşlaşınca içlerinden birkaç kişi Ankara’ dan Karacaören’ e gelip Ersem’ i alıp götürürler, dönüşlerin de diğer bir grupta onları Mamak Köprü’ de karşılar muhabbet yerine beraber giderlerdi. Gelen ekip eğer Ersem’ i  köyde bulamazlarsa evinin sokak kapısını söküp Ankara’ ya götürerek Ulus’ ta ki Atatürk heykeline veya Anıtkabir’ in bir köşesine “ müzelik tarihi eşya ” diye koyup bir hafta on gün orada beklettikten sonra tekrar köye götürülerdi.

          Ersem ve hanımını önce davul –zurnacı, onlar bahşişini aldıktan sonra da ev sahibi karşılayıp masaya oturuncaya kadar eşlik etti. Düğün evi mahşer gibi kalabalıktı. Onlar yemeklerini yerken ustalar da derinden derine “ ağa gelin ” i çalıp çığırıyorlardı. Çaylarını diğer misafirlerle birlikten içerlerken yanık yanık kulaklar da çınlayan uzun hava hüzünlü gözlerden yaşları dökmeye yetiyordu .

          Ustalar uzun hava ve bozlakların bitiminde biraz mola verdikten sonra göz göze geldiler. Saz-keman birden cana geldi, dümbelek te onlara uyunca az önce hüzünlenen gözler çoluklu-çocuklu, genci-yaşlısı birden ortaya çıkıp oynamaya başladılar.

          Ersem oturduğu yerden gördüğümanzaraya canı gitse de sabrını frenliyor  “ sonra el bana ne der” bahanesine sığınarak oynayanları seyrediyorsa da yine de için de ki kurt onu rahat bırakmıyor “ acaba biri elimden tutarda beni ortaya çıkarır mı ki ” diye ümitle sağına-soluna bakmayı ihmal etmezken stresten dolayı kel başındabiriken ter damlaları şapkasını ıslatıyordu.

           Meydanda ki insanlar neşe ile kendilerini oyuna verseler de seyredenlerden göz aşinalığı olanlar ortada bir şeyin eksik olduğunu hissettiklerinden Ersem’ i de orada görmek istiyorlardı. Bir müddet sonra düğün sahibi başta olmak üzere Ersem’ e sözü geçen birkaç kişi onu zorla ortaya sürmeye (!) çalışırlarken düğün yasakçısı da meydanı boşaltmak için orada oynayan çocukları ve gençleri kenara çekiyordu.

            Ersem Moruğun Nazim’ den sonra köyde köçeklere taş çıkaranlarda ikinci kuşak sayılırdı. Oyuna durduğu zaman vücudunun her yeri ritme göre hareket ederdi.  Ama şimdi ona bakan gözler gördükleriyle acaba yanılıyorlar mıydı, niçin Ersem “oynayım mı, oynamayım mı”  havasındaydı. Onu tanıyan ustalar bütün hünerlerini göstermelerine rağmen durumda değişen bir şey yoktu.

 

           Aslında Ersem her şeyin farkındaydı. O da biliyor ki burası köylük yerdi, Karacaören’di.  Kakınç hazırdı. Kendi aralarında  “bak hele dün babası öldü utanmadan bugün filancanın düğünün de oyuna durdu” demezler miydi. Canı gitse de istemeye- istemeye  ustaların oyun havasını bitirmelerini bekleyecekti. Bu durum seyredenleri çileden çıkarıyordu. İçlerinden biri daha fazla dayanamayıp yerinden fırladığı gibi Ersem’ in yakasına yapıştı. Yarı kızgınlıkla “ ula dürzünün adamı, sen böyle mi oynardın” diye sertçe çıkıştı. 

          Ersem bir yandan oyuna devam ediyor gibi gözükmeye çalışırken bir yandan da adamın kulağına eğilip kimseye duyurmama gayretine girerek “AH AGAM ÖLMESEYDİ BEN ZİLLERİ BURADA PARLATMAZ MIYDIM” demeyi ihmal etmezken “ bunun ahını başka düğünde almaz mıyım” diye iç geçiriyordu.