
Korona ve yalnizlik
Şehir
merkezinden uzak bir sitedeydi evleri. Akşamın erken saatinde, sicim gibi yağan
yağmur, pencereleri taşlıyordu. Neriman Hanım, uçağı kaçırma telaşı içinde,
hiçbir şey unutmadığından emin olup valizini kapattı.
“Aman çok dikkat
et Kerim! Dolaptaki yemekleri unutma, ısıt ısıt ye. Üç dört gün idare eder
seni. İlaçlarını ihmal etme.”
“Ya tamam,
anladım hanım ben çocuk muyum? Merak etme sen beni, rahat ol lütfen.”
“İyi tamam,
tamam.”
Sevgiyle
sarıldılar birbirlerine.
“Haydi, kal
sağlıcakla. Ölümlü dünya, onca yola gidiyorum. Aklım sende kalacak hep.”
Gözleri nemlenen
kadın, bakışlarını kaçırıp:
“Gelmiştir
taksi. İneyim ben yavaştan.”
“Selam söyle
çocuklara. Bebeği de öp dedesi için.”
“Tamam canım.”
Pencereden baktı
eşinin ardından. Kırk yıllık evlilikleri süresince üç beş günden fazla ayrı
kalmamışlardı. Öfkeli yağmura ritim tutan rüzgârı dinledi.
“Şansa bak!
Kıyamet gibi hava. Allah vere de bir sorun çıkmasa, sağ salim varır inşallah.”
Uzun uzun çalan
telefonunu açtı.
“Oğlum,
nasılsın?”
“İyiyim baba,
sen nasılsın? Çıktı mı annem?”
“Çıktı yavrum.
Karşılarsın, zorluk çekmesin.”
“Tabii canım.
Keşke sen de gelebilseydin baba. Mutlu olurduk.”
“Göze alamadım
oğlum, malum dikkat etmem gerekiyor. Görüntülü ararsınız beni, hasret gideririz.”
“Yok, baba zaten
uçağa binmen sakıncalı. Bakma sen bana, konuşuyorum işte. Sağlığın her şeyden
önemli baba. Biz yaza geleceğiz torununla.”
“Tamam yavrum,
Allah’a emanet olun. Öp benim için gelinimi, torunumu.”
Huzurluydu Kerim Bey, tek başına ve
istediğini yapabilecek özgürlükteydi. Başında her daim nöbet tutan yiyip
içmesine karışan yasaklar koyan biri yoktu işte! Yatağının altına sakladığı
abur cuburları çıkarıp mutfağa getirdi. Yasak olan her şeyden bol bol koyduğu,
mükellef bir servis hazırladı kendine. Yanına da buz gibi kolasını alıp oturma
odasına geçti. Ayaklarını eşinin pek kıymetli, dantellerle bezenmiş sehpasına
uzattı. En büyük yasak olan sigaranın dumanı sarıp sarmaladı odayı. Kontrol
altına alamadığı diyabet, ritim bozukluğu, yüksek tansiyon hastalıklarına inat;
avuç avuç çikolata, cips yedi. Neredeyse ömrü dikkat etmekle geçmişti. Karar
verdi o an; bundan sonra canı ne isterse onu yiyecekti. Kimse de karışamazdı
ona!
“Oh be dünya
varmış!”
Huzur ve özgürlükle
uykuya daldığını sansa da aslında yükselen şekeri yüzünden sızdı koltuk
üzerinde.
Sabah, ağrıyan belini tutarak
terliklerini tahtalara sürte sürte, aksi bir yüzle, ısrarla çalan kapıyı açtı.
Ali Efendi kapı önünde, elinde ekmek, süt ve gazeteyle bekliyordu.
“Kerim amca
nihayet açtın! Neriman teyze de gitti. Geç açınca endişelendim yani.”
“Ne olmuş teyzen
gitmişse be? O nasıl söz, ben yaşlı mıyım? Ne olur ki bana?”
“Kızma Kerim
amcam, şaka dedim.”
Elindekileri
itina ile uzattı. Tam gidecekken aklına bir şey gelip döndü.
“Ha az kalsın
unutuyordum ya! Kerim amca korona mıymış neymiş, bir virüs dadanmış dünyaya.
Aman dikkat et kendine, buralara da geliyormuş, eli kulağında dediler.”
“Oldu oldu. İyi
günler!”
Sertçe kapattı
kapıyı. Söylenerek mutfağa geçti.
“Yok, virüsmüş
yok, bilmem neymiş. Her şeyi de bilirsin ukala!”
Çay demlenirken; bir yandan billur
sesli bir kadının emektar radyodan yayılan sesine eşlik edip bir yandan da bol
tereyağlı, sucuklu yumurta pişirdi. Ekmeği
banıp iştahla yerken:
“Oh be! Ne güzelmiş,
karışan birinin olmaması!”
Keyifle yapılan
kahvaltının ardından, elinde çayı, balkona geçti. Kendisini selamlayan güneşe
karşı okudu gazetesini.
Birkaç saat sonra üzerine çöken
ağırlıkla içeriye geçti. Televizyonu açtı. Bütün kanallarda spikerler aynı
şeyden bahsediyordu. “Sakin kalmamız gereken bir süreçteyiz. Evlerimizde
kalarak bu virüsten kurtulabiliriz ancak!
Lütfen evinizde kalın. Sokağa çıkma yasağı ilan edilmiştir!”
“Allah Allah! Ne
virüsü şimdi bu.”
Çalan telefonunu
açtı.
“Alo?”
“Alo baba?
Sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Aklımız sende, iyi misin baba?”
“İyiyim ben,
merak edilecek bir şey yok.”
“Aç mısın yemek
yedin mi? Eksik var mı evde?”
“Her şeyim var
oğlum. Siz kendinize dikkat edin.”
“Baba, bak annem
konuşacak senle.”
“Alo, dolapta
yemek var. Isıtıp yeseydin. İlaçlarını içtin mi?”
Telaşlanan eşini
sakinleştirmek için:
“Hanım, ben
çocuk muyum ya? Bakıyorum başımın çaresine. Merak edilecek bir durum yok.”
“İyi ha tamam.
Hep böylesin sen bilmez miyim? Dikkat et kendine oldu mu?”
“Oldu Hanım,
görüşürüz.”
Akşam acıkınca dolaptaki yemekleri
ısıtıp yedi. Bir kahve yaptı kendisine sade. Televizyonun karşısına geçip yaktı
sigarasını. Hiçbir kanalda yayın yoktu. Ekranda sinyal yok yazısı yazıyordu.
Birden elektrikler de kesildi.
“Bir bu eksikti.
Nerede ki mumlar, kolaysa ara bul! Hanım nereye koydu kim bilir?”
Sinirlenerek
yaptığı aramalar sonunda, buldu mumları. Bir sigara yaktı.
“Hanım olsaydı
şimdi ne çok kızardı. “Evin içinde sigara içilir mi? Canının kıymetini bil
azıcık. Yasak sana bu meret! “
Derdi. Şimdi gelsin de karışsın
bakalım. Kontrol bende!”
Sessizlikten
bunalınca yatağına girdi. Başucundaki mumu üfledi. Lavanta kokulu yorganı
başına kadar çekip uykuya daldı.
Sabah, uyanır uyanmaz elektriği
kontrol etti, yoktu. Sinirleri tepesinde, balkona çıktı. Sokaklar yalnızlıkla
koyun koyuna, kedi, köpek bile kuytulara çekilmiş, hayat durmuş, sitede
sessizlik hüküm sürüyordu. Mutfağa geçip buzdolabını açtı. Bozulmuş yemek
kokusu yayıldı etrafa. Zeytin kutusunu çıkardı, bir parça ekmekle, çaysız yedi.
Telefonu çalıyordu yine.
“Alo baba? İyi
misin? Elektrik yok, su bile akmıyor.
Hayat felç, ortalık çok karışık.”
“Oğlum bir sakin
olun artık ya! Ben iyiyim yahu! Siz de iyi olun, üzmeyin beni. Bu gibi
durumlarda aklı selim olmak şart. Sabırlı olun! Geçecektir. Beni merak etmeyin,
paşalar gibi bakıyorum kendime.”
“Öyle de baba…”
Dıt… Dıt… Dıt…
Şarjı biten telefonu bir köşeye fırlattı.
Akşama kadar dolanıp durdu evde.
Karanlık
bastırınca “Hani ya ekmek de getirmediler? Kimsecikler yok!” Kapıyı açıp
apartman boşluğuna seslendi.
“Heyyy! Ali
Efendi! Neredesin be!”
Yaşama dair hiçbir belirti yoktu. Sessizlik
içini ürpertti. Korkusunu susturmak için gidip yattı.
Sabah, içini ezen bir açlıkla
uyandı. El alışkanlığıyla açtığı buzdolabının boşluğu, içinde bulunduğu vahim
durumu hatırlattı. Çay içememek sinirlerini iyice yıprattı. Sigarası
azalıyordu, panikledi ister istemez. Çay ve sigara olmazsa olmazıydı. Aç
karnına yaktı bir sigara, derin derin çekti içine. Başı dönüyor, midesi
bulanıyordu. Gün boyu, eski gazete ve dergilerle oyalandı. Hayatın devam
ettiğinin tek kanıtı; güneşin doğuşu ve batışıydı.
“Beni herhalde
unuttular burada. Kapımı çalan yok! Komşuların ne çok derdine koşmuştuk oysa! Sırra
kadem bastılar şimdi nankörler!”
Bütün günü yine
evin içinde dolaşarak geçirdi. Akşam olunca aç yattı.
Akabinde; birbirini tekrar eden günleri
saymayı bıraktı. Yeni bir güne gözlerini açtığında; aç ve halsizlikle mutfak tezgâhındaki
kutularda kalan çiğ makarna ve pirinç tanelerini su yardımıyla avuç avuç yutup
açlığını bastırdı. Şebeke suyu kesilmiş, damacanadaki su azalmıştı. Bir korku
filminin içinde gibiydi. Kalp hastası olmasına, yakın zamanda kriz geçirmiş
olmasına lanetler yağdırdı. Her geçen gün bir deri bir kemik vücuduna, kirli
yüzüne bakmaya korkuyor, aynadaki aksini tanıyamıyordu. Resmen ölümün kollarına
terk edilmişti. Yalnız yaşamanın değil de yalnız hissetmenin travmasını
yaşıyordu. Direnecek gücü gittikçe azalıyordu. Hayatı boyunca, bir insanın
varlığına hiç bu kadar ihtiyaç duymamıştı.
Keşke hayat arkadaşı, canından çok sevdiği eşi yanında olsaydı. Çok
özlediğini hissetti. Panik halinde
balkona çıkıp:
“Yardım edin!
İmdaaattttttt!”
Karşılığı
yalnızca sesinin yankısıydı. “Ya gerçekten duymuyorlar ya da umursamıyorlar.”
Diye düşündü. Son bir gayretle; on
katlı, kırk daireden oluşan sitenin; kendilerinin üst ve alt katında oturanların
kapısını çaldı. Ama açan olmadı. Her şeyden vazgeçip çökmüş omuzlarla döndü
evine. Mutfağa girip son makarna ve pirinç tanelerini, boğazının cam
kuruluğunda yuttu. Pakette tek bir dal sigara kaldığını gördü. Büyük bir
keyifle derin derin çekip ciğerlerine yolcu etti. Eşi geldi aklına, gülümsedi. Nasıl da kızar,
azarlardı şu halini görse. Kaç gündür içmeyi bıraktığı ilaçlarına takıldı gözü.
Tek bir umudu bile yoktu yaşamak için. Usulca odasına gidip kat kat yorganların
altına girdi. Yakılacak tek bir mum kalmadığından, karanlığı dost edindi uzun
zamandır kendine. Gözyaşlarını saklayan bir dost…
Yarı ölü gibiydi. Hanımı gideli kaç
gün olmuştu sahi? Kaç gündür böylece, kıpırdamadan yatıyordu? Saymayı bırakmıştı.
Yanı başında duran yudum yudum içtiği yarım bardak su, onu hayatta tutan tek
şeydi. Yardım istemek için bağırmayı düşündü bir an. Kimselere duyuramayacağını
bildiği cılız sesini yormadı sonra. Birden büyük bir sızı yerleşti göğsüne,
kolu ağırlaştı. Kesik kesik almaya başladı nefesini. Terden sırılsıklam,
güçlükle uzandığı bardaktan son bir yudum aldı. Hayatı film şeridi gibi
gözlerinin önündeydi. Aldığı son nefes; dudaklarında, yaşama ilk günkü hevesle
başlamak arzusu gözlerinde, donup kaldı. Kolu, kaçmak istercesine aşağıya
sarktı.
Aylar sonra
ancak dönebildi Neriman Hanım ve çocukları. İçeriye adım atar atmaz kadın:
“Kerim Bey!
Kerim! Ben geldim. Neredesin?”
Ağlayarak
yatak odasına girdi. O, çocukluktan beri beraber büyüdükleri, el ele
yürüdükleri, hayat yolundaki canı, her şeyi, öylece upuzun yatıyordu. Yaklaşıp
sımsıkı sarıldı eşinin cansız bedenine hıçkırıklarla. Çocukları ayırmak
istediyse de başaramadı. Kerim Bey gözlerini; duvarda asılı olan, eşiyle beraber
çektirdikleri, yıllar öncesine ait bir fotoğrafa kenetlemişti. Gözlerinde
sımsıcak bir huzur vardı. Eşi, göz kapaklarını öperek usulca kapattı. Tutsun
diye açık bıraktığı buz gibi avuçlarına bıraktı ellerini. Yalnız değildi artık
Kerim Bey, sevdikleri başucunda, ruhu revan olmuştu.