İtikat olarak Maturidi mezhebindeyim. Kitabı bir forum sitesinden indirmiştim. 1953 basım tarihi. Değişiklik yapmadan yazdım. Parantez içindeki yazılar Y.Z.Yörükana aittir.)
İMAMI MATURİDİ‘NİN AKAİD KİTABI
Bu “Akaid Risalesi”,
Peygamberin ve arkadaşlarının yolunu güdenlerin (Ehl-i Sünnet
vel-Cemaatın) başkanı, İslam dininin hükümlerini açıklayan.
Müslümanların öğütçüsü, bilgin önder, Şeyh Ebu Mansur-î
Maturidi’ye mensuptur. Allah onu rahmet deryasına daldırsın ve
büyüğümüz Muhammed hasretlerine, arkadaşlarına ve ona uyan
bütün Müslümanlara esenlikler versin!
I- Bilim meselesi:
Bilim husule getiren araçlar
üçtür: Bunlar sağduyu, veya duyu organları, doğru düşünen
akıl, özü sözü doğru, aldatmaz insanların verdikleri
haberlerdir. Sofistler bilim husule gelmez derler. Zira bilgi veren
araçların hükümleri birbirini bozar. Bunlardan duyular dayanmak
doğru olmaz, çünkü şaşı olan kimseler bir şeyi iki görür.
Akla da dayanılmaz, zira akıl ile yapılan uslamlama( İstidlal)
yanlış da olur doğru da. Haberler ise bazan doğru bazan da yanlış
çıkmaktadır. Biz bu görüşe şöyle cevap veririz: duyu
organları, bilgi verir denilince bundan sağ duyuları, hastalıklı
olmayanları kastediyoruz; sizin söylediğiniz söz ise bozuk olan
bir duyu organına dayanıyor. Akla gelince bundan maksat da olgun
bir akıldır. Haber ise, yanılmadan korunmuş olan Peygamber’in
sözleri ve bir çok kimseler tarafından söz birliği halde
verilmiş(tevatürle sabit) olanlardır.
2- Alemin sânii:
(Bu evrenin başlangıcı ve sonu
olmayan (ebedi=kadim) bir yapıcısı var.)
Bu alem sonradan yapılmadır.
Zira araştırılacak olursa, âlemdeki şeylerin ayınlara ve
arazlara ayrılmış olduğu görülür. (Ayın:
(çoğulu ayan) yer işgal eden şeylerin zatı” kendisi”
demektir. (Araz:(çoğulu âraz) o zatın üzerindeki sonradan gelme
vasıflardır.)
Araz olanlar sonradan olmadır. Zira araz var değil iken sonradan
olan şeye denir, buluta, havada yok iken sonradan geldiği için
Arap dilinde “arız” denilmesi de bundandır. Ayınlar ise
bunlarsız bulunamaz. Bunlar birbirinden ayrılmadıkları ve biri
bulunmadan diğeri bulunamayacağı ve bu yüzden var olmada ikisi
ortak olduğu için bunlar da onlarla beraber sonradan olmadırlar.
Bu suretle âyandan ve arazdan yapılmış olan evren’in sonradan
olma olduğu belli olunca onun diğer bir varlığın var etmesiyle
sonradan olma olduğu da sabit olur.
Bu evrenin bir yapıcısı
olduğu sabit olunca da bu yapanın(ebedi) başlangıcı ve sonu
olmayan bir varlık olması gerekir. Zira bu yapıcı, başlangıcı
ve sonu olmayan bir varlık olmazsa, o da sonradan olma olacaktır.
Sonradan olanın ise, hiç şüphe yok ki diğer bir yapıcısı
olacak, bu suretle sonsuzluğa kadar yaratıcılar sürüp
gidecek(teselsül) dir. Bu ise gerçek gerçek olmayan bir şey(
batıl) dir. (Bu tarza hudus delili denir. Bu delil illiyet kanununa
bağlıdır. Hiçbir şey sebepsiz olamaz, bu sebeplerinde bir
başlangıcı olmak lazımdır) Şu halde başlangıcı ve sonu
olmayan ebedi bir yapıcı vardır.
Tabiat
filozoflarına(dehrilere-natüralistler) göre bu evren başlangıcı
olmayan bir balçık(tiyneti kadime, ebedi asıl) tan yapılmıştır
ki bu da ilk madde(heyula) dır. Zira hiç bir asıl olmaksızın bir
şeyin yapılması, onlara göre, olabilir bir şey değil(muhal)
dir.( Bu sözler
Allahı inkar demek değildir. Hudus delilini kabul etmemek ve imkan
deliline gitmektir. İmkan delili Allahın varlığını ispat eder,
fakat bu alemin kadim olduğunu da kabul eder; bu takdirde ise
tercihin manası değişir.)
3- Allah Bir’dir:
Şimdi bu başlangıcı ve sonu
olmayan, yoktan var ediciye gelelim, bu var edici muhakkak ki
Bir’dir. Eğer iki olsaydı bu iki yaratıcı, evrendeki varlıkları
yaratmakta ya birleşmiş, uyuşmuş olurdu, bu uyuşma ise ikisinin
de yalnız yapamamalarından veya biri yapar, diğeri yapamaz
olmasından ileri gelirdi, çünkü hürriyeti elinde olan ve kendine
güvenen bir varlık zora gelmedikçe veya sıkıntıya düşmedikçe
diğer biri ile birleşip yardımlaşmak ihtiyacını duymaz; yahut
ta birleşmemiş, uyuşmamış olurdu, bu surette ikisinin ya
dileklerinin yerine gelmesi gerekirdi, bir işte birbirine uymayan
dileklerin birden husule gelmesi ise olur şey değildir; yahut da
her ikisinin dileği yerine gelmezdi, bu ise yetersizliktir, yetersiz
olanların ise Yaratıcı( Rab) olmaya salahiyetleri yoktur. Bu
düşünce vetiresi (Bu
şekilde tasvir edilen vahdaniyet deliline mantık’ta “ taksim-i
mükassim” denir. Kıyasın bu şeklinde bütün ihtimaller ileri
sürülür, her ihtimal birer birer delillerle çürütülür, bu
suretle diğer iddialar reddedilince aksi dava ispatlanmış olur ki
bu tarzın en meşhur misali burada ki dir. Bu delilin Kuran
ayetindeki ifadesine “ Burhan-ı tamanu denir.)
Allahın Kur’an’daki şu “ Eğer yerde ve gökte Allah’tan
başka ilahlar olsaydı, yer de gök de fesada uğrardı.(Enbiya 22)
ayetinden alınmıştır.
Mecusiler, bu evrenin iki
yaratıcısı vardır, birisi iyilikleri yaratan ve iyilik kaynağı
olan Yezdan’dır, öteki ise kötülükleri yaratan ve kötülük
kaynağı olan Ehremen’dir; kötülüklerin yaratıcısı,
aşağılığa düşkün olduğu için kötülükler Yezdan’a
nispet edilemez, derler. Biz bunlara şöyle cevap veririz:
kötülükleri yaratanın yaratmasında, eğer en aşağı, zalimleri
yere sermek gibi hikmetler olmasaydı, o zaman ona işini çevirmeye
yetkisiz, aşağılığa düşkün denirdi. Halbuki yaratanın her
işinde hikmeti vardır, bu yüzden kötülükler için ayrı bir
yaratıcı gerekmez.
4- Allah maddi bir varlık
değildir:
Yaratıcının kendisi araz da
değildir cevher de. Zira cevherler bileşik şeylerin özü(dayanağı)
dır. O, ne hariçte bir işlem ile hakiki olarak ne de zihinde
hayali olarak parçalanmayan bir cüz( cüz’ü la yetecezza) dır
ve şöyle tarif olunur: cevher biri gidip yerine başkası gelmek
suretiyle birbirine zıd olan sıfatları kabile elverişli ve kendi
kendine yeterli bir şeydir. Yaratıcının kendisinde böyle bileşik
şeylerin birleşmesi ve böyle sonradan olma şeylere ve arazlara
dayanak (mahal) olması ise olabilir şey değildir.
Yaratıcının cisim olması
düşünülemez, zira cisim iki veya üç cevherin bir araya gelip
birleşmesinden var olur.
5- İsim ile müsemma:
Allahın adı ile kendisi (ibadet
edilmek bakımından olacak) aynı şeydir. Zir Kur’an-ı Kerim’de
“ Rabbinin adını kutla, ismini tesbih et” (Âla 1)
buyrulmuştur. Eğer Aallahın adı kendinden başka bir şey
olsaydı bu ayet Allah’tan başka bir şeye ibadet edilmesini
emretmiş olurdu. Böyle bir şey olamayacağı için ad ile adlanan
aynı şeydir.(Bundan maksat Allah adının, hissin de aklın da
aracılığına muhtaç olmadan Allahın zatını ifade ettiğini
anlatmaktır.
Bazıları Allah’ın adı,
zatından ayrı bir şeydir, zira Allah Kur’an-ı Kerim’de :
Allah’ın bir çok güzel adları vardır(Haşr 22) buyurmuştur.
Eğer ad, adlandırılanla aynı olsa idi, Allah’ın bir çok
adları olduğuna göre, zatının da çok sayıda olması gerekirdi,
derler.
Biz bunlara şöyle cevap
veririz: ayetteki Allahın güzel adları vardır sözü adlandırmak
bakımındandır. Bu sebeple adlardan bazılarının diğerlerine
üstünlüğü yoktur, zira adlanan birdir; İsm-i Azam’dan maksat,
Allah adını zikretme sevabının daha ziyade olduğunu ifade
etmektir.
6- Allahın görünmesi:
Allah, ahirette görülür, zira
vardır, her var olanın görülmesi ise mümkündür. Var olanlardan
görülmeyen şeyler varsa da bunların görülmemesi Allah’ın
kanunları onları görmemize elverişli yapmamış olmasından ileri
gelmektedir. Hz. Peygamber: “Siz Rabbinizi, Bedir gecesinde ayı
gördüğünüz gibi apaçık göreceksiniz”, buyurmuştur.
Mutezile ve Hariciler; Allah görülmez zira Cenab-ı Allah Kur’an-ı
Kerim’de “ Gözler(basar) onu idrak etmez.” (Enam 103)
buyurmuştur, derler. Biz bunlara şu cevabı veririz: evet biz de
Allah idrak olunmaz deriz: zira idrak bir şeye etrafıyla vakıf
olmaktır. Lakin biz Allah görülür diyoruz(yani ihsas, idrakten
başkadır.) Onlar yine diyorlar ki, görmek vasıta ile ve alet
iledir, bunun içinde karşılaşmak, yüz yüze gelmek, arada mesafe
olmak, hepsini veya .ir kısmını görmek gibi şartlar vardır.
Bizde onlara Allahın görme ve bilim sıfatlarını ileri sürerek
vasıta ile görmenin bâtıl olduğu cevabını veririz; zira Allah
bizi mesafesiz ve cihetsiz görür ve yüzyüze gelmedin ve mesafe
olmadan bilir;Musa Peygamberin Allah’ı görmek istemesi de Allah’ı
görmenin caiz olduğuna delildir.
Eğer onlar bize karşı: Allah
talânın “ Len terani” (Araf 143) “ sen beni göremezsin”
ayetini Allah’ın ebediyen görülemeyeceğini delil olarak, bu
ayette “len” kelimesi” Ebedi olarak” manasınadır diye ileri
sürecek olurlarsa, biz de kendilerine “len” ebedi olarak
manasını ifade ettiği gibi “ belli bir vakitte” manasını da
ifade eder, nitekim kafirler hakkında Kur’an-ı Kerim’de “Len
yetemennevhü ebeden”(Bakara 95) “ Onlar ölümü asla temenni
edemezler” buyrulmuştur. Halbu ki onlar ahirette ölümü temenni
edeceklerdir. Bu ayette “len” görülüyor ki” muvakkat zaman”
manasınadır, cevabını veririz. Bunlar Allah’ın “ O gün bazı
yüzler şenlenir ve Rablarına nazar eder” (kıyamet 22)
ayetindeki “ nazar eder” kelimesini tevil ile intizar ederler
manasınadır, derler. (Birinin
gelmesini, bir şeyin olmasını bekleme, gözleme-TDK)
Biz de: intizar bir meşakkattır. Cennet ise meşakkat yeri
değildir. Bundan başka “Allah’a bakıyorlar” “İlla Rabbiha
nazire” (Kıyamet 23) ayetindeki nazar kelimesi ila harfiyle
beraberdir. Nazar kelimesi “ila” harfiyle sılalanınca, ancak
gözle görmek manasına gelir, deriz.
7- Allah’ın sıfatları:
Allah’ın sıfatları zatının
aynı da değildir, gayrı da; bir şeyin rengi o şeyin kendisi ve
başkası olmadığı gibi. Bu sıfatlar ister fiil sıfatlarından,
ister zat sıfatlarından olsun hiç biri(sonradan olma) hadis
değildir. Kaderiyye ve Eşariyye mezheplerinde olanlar Allah’ın
diriltmek, öldürtmek gibi fiil sıfatları hadistir ve zatının
gayrıdır, derler. Bunlara göre: fiil sıfatları, yapmak(tekvin)
den ibarettir. Yapmak ise yapandan başkadır, zira mektup ancak
yazmak ile yazılmış olur.(
Eş’arilere göre yapmak( tekvin) yapılan şeyin kendisidir.
Mektup yazmak ile yazılmıştır. Yani fiil failin değil mef’ulün
sıfatıdır. Maturidilere göre yapmak,yapanın sıfatıdır,
yapılanın değil. Tekvin sıfatının , birincilere göre hadis,
ikincilere göre ezeli olması bu anlayış farkından ileri gelir.
Birincilere göre sıfatların hadis olması, Allahın hadisata mahal
olmasını ve sonradan Allah’ın bu sıfatlarla değişmiş
olmasını icap ettirir. Zira bunlar taallûklardan ibarettir,
derler. İkincilere göre fiil sıfatlarının kadim olması
hadisatın(kadim) ebedi olmasını ve ezelde Allah’ın fiillerle
değişmesini icap etmez, zira değişme mahluktadır, fiil iradenin
taallukuna bağlıdır, Allah iradesinde muhtar( dilediğini yapıcı)
dır derler.
Bu
mebde’den(Başlangıç,
kendisinden başlanılan ve gidilen hareket noktası, kendisine
dayanılan (mevkufun aleyh) veyahut zihinde ya da hariçte önce olan
şey. Mebde (ARAPÇA) fiilinden türemiş bir isimdir. Çoğulu
mebadi (ARAPÇA)dir. Türkçeye ilke, esas, temel ve prensip olarak
terceme edilir.)
hareketle bunlar, Allah(halk ile halık) yaratmakla yaratıcı olur
derler. Biz ise ezeli yaratıcı olarak Halık’tır. Nasıl ki zat
sıfatlarında da Allah Alim’dir, ezeli olarak bilici’dir, zira
yazan, yazmasa da yine yazıcıdır, deriz. Zat sıfatları: Celâl,
Kibriya, Kudret, İlim, Semi, Basar ve Kelam(yücelik, ululuk,
güçlülük, bilginlik, işidicilik, görücülük ve söyleyicilik
sıfatları) dır. Bunlardan maadası ise fiil sıfatlarıdır.
8-
Kur’an ezelidir:
Kur’an
Allah kelamıdır. Allah’ınkelamı zatı ile kaim, ezeli bir
sıfattır. Harf ve ses cinsinden değildir. O, Birdir,
bölünmez(tecezzi etmez), Arapça da değildir, Süryanice de. Şu
kadar ki insanlar, bir olan Kur’an’ı değişik ibarelerle
okurlar; nitekim Allah’ın zatı türlü adlarla keza zat
sıfatlarından olan hayat, irade , beka sıfatları türlü, türlü
ibarelerle dile getirilmiştir. (Burada
müellif Kur’an’ın muhtelif dillerle okunacağını açıklıyor.
Kur’an harf ve ses cinsinden değildir.... Allah kelamının da
Allah’ın ezeli sıfatı ve ve onunla kaim bir mana olması
bakımından lafızlardan ibaret olması caiz olamaz, dillerin ve
ibarelerin ayrılığı, onun birliğine zarar vermez. Maturidi’nin
bu görüşü, Ebu Hanife’nin koyduğu esaslara dayanmaktadır.)
Eş’arîler,
Mushafta olanlar Allah kelamı değildir, Allah kelamının
ibaresi(tabir veya ifadesi) dir, zira Allah’ın kelamı bir
sıfattır, sıfat ise mesuftan ayrılmaz, derler. Biz ise Mushaf’ta
olanlar Allah’ın kelamıdır, lakin harfler ve sesler mahluktur,
deriz. Ancak Allah’ın kelamı Mushaf’a hulul etmiştir demiyoruz
ki, sıfat mevsuftan ayrılmaz sözüne yer olsun. Hem de Allah’ın
ilmi ile malum olan bir şey için, Allah’ın ilim sıfatı,
Allah’tan ayrıldı da maluma girdi, denilebilir mi?
9-
“Allah arş üzerinde” âyetinin manası:
Müşebbihe
ile Kerramiye mezheplerinde olanlar Allah, yüksek bir yerleşme
manasına, arş üzerindedir ve bizim bildiğimiz cisimler gibi değil
ama yine cisimdir, zira Cenab- Allah” Rahman arş üzerine istiva
etti”(Taha 5) buyuruyor, diyorlar. Bu anlayışı, biz istivanın
manası, istila etmek(kaplamak)dır diye cevaplandırırız. Allah
cisimdir, demelerini de Cenab-ı Allah’ın Kur’an’daki Hiçbir
şey ona benzemez âyetine dayanarak reddederiz. “ onn misli gibi
bir şey yoktur.”( Şura 11) âyetindeki (k) teşbih edatı, ziynet
için, ziyade olarak gelmiştir. O’nun benzeri yok demektir. Eğer
onlar Allah’a eşya gibi olmayan şeydir, deniliyor da, cisimler
gibi olmayan cisimdir, niye denilmesin, derlerse, kendilerine şey
olmak var olmaktan ibarettir, cisim olmak böyle değildir, cevabını
veririz. İşte bundan dolayı Mutezile’ye muhalif olarak biz, yok
olan(ma’dum), şey değildir,deriz. Peki iyi ama diyecekler,
Cenab/ı Allah “ ben ellerimle yarattım”(sad 75) diyor; buna
karşı da Kur’an ‘da Allah’ın el, yüz, göz, ayak sıfatları
kudret manasınadır, cevabını veririz.
Mutezile
ve Kaderiyye, Allah her yerde(mekanda) dır, zira Cenab-Allah,
Kur’an’da “ Gökte ilah olan O’dur yerde ilah olan
O’dur.”(Zuhruf 84) buyurmuştur, diyorlar. Bunlara da bu âyetten
maksat, uluhiyetin her yere nüfuzu olduğudur, yoksa bu dediğiniz,
Allah’ın yırtıcı hayvanatın ve haşaratın içinde olması
davasına kadar gider, cevabını veririz.
Bizim
bu meselede tuttuğumuz yol, Allah’ın arş üzerinde olmasının
manası yüksek bir mekandadır, demek değil, yüksek azameti ile
arşı kaplamıştır, demektir. Nitekim Ebu Hanife hazretleri, biz
Allah’ı yüksekte düşünürüz aşağıda değil, demiştir.
Keza Peygamber hazretleri, bir cariyeye” sen mü’min misin ? Diye
sorduğunda oda evet dedi, sonra “ o halde Allah nerede? Deyince
kadın göğü işaret etti, bunun üzerine Peygamber “ bunu azat
et bu mü’mindir “ buyurdu.
10-
İnsan hürriyeti (Ef’al-i İbad) meselesi
İnsanların
yaptıkları işler, Allah’ın (halk’ı) yaptıklarıdır: beşer
hürriyeti, irade ve fiil kudreti, insanların kendi ellerine
verilmiş, tevfiz edilmiş değildir. Kaderiyye mezhebinde olanlar bu
esasa muhaliftirler. Bunlar şu ayete dayanırlar.” Dileyen iman
etsin, dileyen kafir olsun”( Kehf 29) Biz bunlara karşı: bu âyet
korkutmak içindir, ihtiyarın kullara tevfiz edildiğini beyan için
değildir; zira Cenab-ı Allah bu ayetin devamı olarak “ Zalimlere
ateşi biz hazırladık( Kehf 29) buyurmuştur. Diğer bir ayette de
“ Sizi ve sizin amellerinizi Allah yarattı” (Saffat 96)
buyurmuştur, bu yüzden bu görüşünüz yerinde değildir,
cevabını veririz.
İnsanların
yaptıkları eğer halkı ile ise Allah niçin onları
azaplandırıyor, denilecek olursa, şu cevap verilir; Sevaplanmak
veya azap görmek, kişinin meydana gelen işe fiilini kullanmasından
ötürüdür, meydana gelen asıl işten dolayı değildir;
işlediğine göre ceza görmesi, iyilik yapmaya da kötülük
yapmaya da elverişli olan gücünü harcadığı içindir, gücünü
meydana getirdiğinden dolayı değil.(İnsanlar
yaptıkları işlerde hür müdür, mecbur mudur? Eğer hür iseler
bu hürriyet mutlak mıdır, mahdud mudur? Mecbur iseler, cebir
Allahtan mıdır, cemiyetten midir, psikolojik midir, tabiat
kanunlarının icabı mıdır? Yoksa insan iradesinde müstakil değil
Allah ile beraber mi? Veya irade veya ihtiyar insanın fiil Allahın
mıdır? Bu fikirliru ayrı ayrı kabul edenler vardır.
Ehl-i
Sünnetin üç nevi anlayışı vardır: Selef, insanlar iç yüzünde
mecburdur, görünüşte hürdür , der. Eş’ari insanlar iç
yüzünde hürdür, görünüşte mecburdur, der. Buna mutavassıt
cebir. Denir. Maturidi insan iç yüzünde de dış yüzünde de
Allah’a bağlı olarak hürdür. Allah insan da fiil ile beraber
her an kudret yaratır ve bununla insan fiile tesir eder. Sorumluğun
sebebi budur. Yani Mutezile’nin zannettiği gibi Allah insanları
mutlak olarak koyuvermemiştir, onları kudretinin altında
tutmaktadır, der.
Mutasavvife,
Allahın iradesiyle insanın iradesi aynı şeydir, insanın fiili
Allahın fiilidir, Allahın iradesinden başka irade yoktur. İnsan
mesuliyeti bir tecellidir, der....
Kur’an-ı
Kerim’de hem “ İnsan ne yaparsa kendi yapar” hem de “
Allahın takdirinden çıkamaz” denilmekte ve beşer hürriyeti ile
sorumluluğun birbirine bağlı olduğu ifade edilmektedir.
Maturidinin yolu bu esası en güzel şekilde izah etmektedir.)
11-
İnsan Gücü(Güç yeterliği) :
İnsanın
iş görme gücü (istitaası)
(İstitaa:
Güç yetmesi, bir şeyi itaat altına almak demektir.) işten
önce kendinde mevcut olmayıp, yaptığı işin her cüzü meydana
gelirken onunla birlikte vücuda gelir. Kaderciler, insanın gücü
fiilden evvel vardır, kişi onu istediği gibi kullanır diyorlar.
Biz ise bu, Allahtan mustağni olmak, Allaha lüzum yok demektir ki
sonu küfre varır, deriz.
12-
Fiilin manası:
İnsanın
fiili vardır. Dediğimiz zaman bu hakikat manasınadır, mecaz
değildir. Cebriyye mezhebinde olanlar,
kişinin
fiili yoktur, ona hakitaten fiil vardır denemez, mecazen denir,
derler. Halbuki bu Allahtan ümidi ve korkuyu kesmeye varır,
sorumluluk fikrini ortadan kaldırır. İşte bunun için Ebu Hanife
, bu iki anlayışın ortasını bulmuş ve halk Allahın fiilidir,
bu ise(istitaayı) insan gücünü ihdas etmek, insana kudret ve
irade vermektir; bu gücü kullanmak ise hakikat manasına insanın
işidir, demiştir.
13-
İstitaanın şümulü:
Eş’arilere
göre: kötü iş işlemeye yeterli olan insan gücü, iyi işleri
işlemeye yeterli değildir. Bu fikir açıkça cebirdir. Zira eğer
insan gücü iyilikleri işlemeye yetkili değil ve insanların
yaptıkları iyilikler Allahın eseri ise kişi fiilinde mecbur olmuş
olur. Eş’ariler, kabul ettikleri bu fikirden hareket ederek,
gücümüz yetmeyen bir şeyin Allah tarafından bize teklif
edilmesini tecviz etmişlerdir. Biz onların sözünü de Kur’an-ı
Kerim’deki “ Allah kişiye gücü yettiği kadar teklif eder”
(Bakara 286) âyetiyle reddederiz. Eğer onlar tarafından Kur’an-ı
Kerim’de bildirildiğine göre Peygamber hazretlerinin ” Yarabbi
bize takatımız yetmeyen şeyleri
yükleme”
sözü ile dua etmesi küfür mü oluyor? Nitekim eğer Ya rabbi bize
zulm etme dese idi, küfür olurdu denilecek olursa bu söze şu
cevabı veririz: Peygamberin duası
hafifletme
yolu iledir. Takat-i nefi manada değildir.
(Metinde ibare böyledir; lakin fikrin güzelce anlaşılması için
ibarenin olması lazımdır: Yoksa takatımız yetmeyen bir şeyin
yüklenmesini istememek demek değildir ki Allah’a yaraşmayan bir
şeyi Allah’tan istemek nevinden olsun.) Nitekim
Allah taalânın şu:” Yarab! Bize ağır yükletme” (Bakara
286) ayetinde de mana böyledir.
14-
İşlenen günahlarda Allah’ın meşiyeti ve rızası var mıdır?
İnsanların
işledikleri günahlar Allahın iradesi, dilemesi, kazası, takdiri
iledir. Rızası, muhabbeti ve emriyle değildir.( Elimizdeki
yazma nüshada, günahlar Allah’ın iradesi, meşiyeti, kazası,
kaderi, rızası, muhabbeti ve emri iledir, denilmiştir. Bu ibare
yanlış olacaktır.(Ve rizaihi, la birizaihi) olmak lazımdır. Bu
cihet İmam-ı Ebu Mansur’a nispet edilen “ Fıkh-ı Ebsat”
şerhinde, İmam Ebu Hanife’nin “ Vasiyet” kitabında ve
sonradan bulduğumuz Gerede nüshasında(bak Metin) da böyledir.
Aynı zamanda biraz aşağıda “ liyabüdüne” ayeti emrile
tefsir edilmekte ve sonra daha aşağıda “ Allah küfrü diler,
fakat emretmez”, “ Allah razı olduğu şeylerden değil, razı
olmadığı şeylerden dolayı azap verir” denilmektedir.
İbareyi
bu suretle düzelttikten sonra bu konu üzerinde ayrıca durmak
lazımdır.)
Zira Cenab-ı Allah Kur’an-ı Kerim’de “ Allah bir kimseyi
sapıtmak isteyince onun göğsünü darlaştırır ve
güçleştirir”(En’am 125) bir diğer ayette de “ Allah
dilemedikçe siz dileyemezsiniz”(Dehr 31) buyurmuştur. Eğer günah
işleme, kişinin meşiyeti, dileği ile olsaydı bu dileğin Allahın
dileğine(meşiyetine) galebe etmesi lazım gelirdi ki böyle bir şey
düşünülemez.
Mutezile
diyor ki: Allah’ın meşiyeti yoktur. Zira Kur’an-ı Kerim’de “
Ben insanları ve cinleri ibadet etsinler diye yarattım” (Zariyat
56) buyuruluyor. Bu,ben onları küfür için yaratmadın demektir,
binaenaleyh Allah küfrü irade etmemiş oluyor. Biz bu söze şu
cevabı veririz: Bu ayet” Biz insanları ve cinleri kendilerine
ibadeti emredeyim diye yarattım” manasınadır, nitekim Allah
onlara bunu emretmiştir de... Burada, “Allah kullarına zulm irade
edici değildir” (mü’min 31) ayeti de delil olarak ileri
sürülemez. Zira b ayet, Allah kullarına zulm etmesini irade etmez,
demektir. Bunda ise hiç kimsenin diyeceği yoktur. Mutezile’nin
günahlarından birisi de kişinin kendini sövmesidir, bu ise
hafifliktir.(yani Allahın böyle bir kötülüğü dilemesi ona
nasıl yaraşır) demesi de yerinde değildir. Zira biz buna, eğer
Allahın iradesinden çıkmaya muktedir değil ise ilminden çıkmaya
da muktedir değildir. Binaenaleyh bu özür olamaz. Şu halde
Kur;’an-ı Kerim’deki “ Başına gelen kötülük
kendindendir”(Nisa 73) ayetinin manası nedir denilecek? Bunu
cevabı şudur: kötülük, edebe riayeten ayrı olarak Allaha izafe
edilemez. Nitekim Allaha, domuzları yaratan, diye hitap edilemez,
fakat umumi bir ifade ile hayvanları yaratan, denilir. Kaldı ki
Cenabı-ı Allah “ Söyle her şey Allah tarafındandır” (nisa
78) buyurmuştur, işte ayetin manası budur.
15-
Allahın rızası:
Allah
küfrü yaratır, onu diler, fakat emretmez, bu yüzden Allah kafire
imanı emretmiş, fakat iman etmesini dilememiştir. Denilecek ki,
Allah her dilediği şeyden hoşnut mudur değil midir? Cevabı şu:
evet Allahın meşiyeti, rızasiyledir. Şu halde Allah kendisinin
razı olduğu bir işten dolayı niçin azap ediyor diyecekler: bunun
cevabı şu: hayır Allah razı olduğu şeyden dolayı değil razı
olmadığı şeyden ötürü azap verir. Zira meşiyet kaza ve
Allahın bütün sıfatları, Allahın hoşnut olduğu şeylerdir. Şu
kadar ki kişinin meydana getirdiği fiil bazan Allahın razı olduğu
bir iş olur, bazan da gazap ettiği bir şey olur ve bunun üzerine
azap verir veya sevap.
16-
Tevlit meselesi:
Bir
fiili işlemekten doğan ikince derecede işyer(tevlit suretiyle
husule gelenler)Allahın eseri (mahlûku) durlar. Zira tevlit bir
şeyin içinde bulunan diğer bir şeyin meydana gelmesinden
ibarettir. Mahluk olan iş zarf olsun da zarfın içinde bulunan iş
mahluk olmasın: bu olamaz, ve zira kişi oku attıktan okun geçip
gitmesine mani olmaya muktedir değildir. Eğer kudret kişinin
elinde olsaydı bunu yapması lazım gelirdi. Kaderiyye
mezhebindekiler diyorlar ki: bunların sebeplerini insanlar ihdas
ettikleri için fiiller ve fiillerden doğan eserler bütünü ile
insanların vücuda getirdiği eserlerdir ve kendilerinin
mahluklarıdır.
17-
Ecel Meselesi:
Katledilen
bir adam kendi eceliyle ölmüştür. Eğer kendi ecelinden gayrı
bir şey ile ölseydi Allahın, maktulü kendi eceline ulaştırmaktan
aciz kalması ve o adamın ecelinden Allahın cahil olması lazım
gelirdi. Halbuki Allaha cehil ve acz isnadı küfürdür. Mutezile:
katledilen, kendi ecelinden gayrı ile ölmüştür, zira kaatile
kısas ve diyet vacip olmaktadır, diyorlar. Biz bunlara kısasın
vacip olması, Allahın yasağını tanımamasındandır, cevabını
veririz. Esasen onlarla aramızdaki ayrılık, insan, fiilinin haliki
midir, meselesindeki ayrı görüşlerden başka bir şey değildir.
18-
Haram olan bir şeye rızık denir mi?
Haram
rızıktır: zira rızık, mülk demek değil, gıda demektir.
İnsanların bir kısmı ömrü boyunca haram yer, böyleleri için
ise dünyadan çıktı gitti, Allahın rızkından bir şey yemedi
demek mümkün değildir.
Mutezile
rızkı, mülk manasına alarak haram rızık değildir, diyorlar.
Halbuki rızkı mülk manasına almaya yol yoktur. Zira davar, sığır
gibi mahlukları çoğu hiç bir mülke sahip olmadıkları halde
Allah onlara rızk verir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “ Yer
yüzünde hiç bir hayvan yoktur ki Allah onlara rızk vermemiş
olsun” (Hud 6) buyurulmuştur. Rızkı mülk manasına almak bu
ayeti inkara varmaktadır.
Bu
mesele de, insan fiilinin haliki midir, meselesindeki ihtilaf
kabilindendir; zira onlara göre kişi başkasının rızkını
yemeye muktedir olur.
19-
Allah insanlara en uygun ne ise onu yapar:
Allahın
insanlara en uygun olanı yapması kendine vacip değildir; Kur’an-ı
Kerim’de” Biz onlara günahlarını artırsınlar diye mühlet
veririz”(Al-i İmran 178) buyurulması bunun delilidir. Zira günahı
artırmak için ömrü uzatmak günahkarın faydasına(salâh)
değildir, bilakis mühleti kesse daha iyilik ve lütufkarlık etmiş
olurdu. Bunun diğer bir delili de şudur: eğer Allahın insana en
faydalı olanı yapması vacip olsaydı, Kur’an-ı Kerim’deki”
Allah pek büyük ikram ve ihsan sahibidir”(Bakara 105) ayeti
yersiz olurdu.
Mutezile
diyor ki: Allah’ın insanlara en uygun olanı yapması vaciptir ve
herkesin kudretini sarf ile elde ettiği imanın veya küfürün
icabını,yapmıştır. Yapmasaydı zulmetmiş veya cimrilik etmiş
olurdu,
20-
İlim ve fıkıh:
Dinde
derinleşmek(fıkıh) ki buna “İlm-i Tevhit” denir, güdülecek
ameli hükümlerden ibaret olan fıkıh ilminde derinleşmekten daha
faziletlidir. Bundan dolayı”İlim tahsil etmek farzdır”
sözünden maksat, ilm-i hal tahsilidir denilmiştir. İlm-i hal ise
imana müteallik hükümlerden ibarettir.(İlm-i
hal tabirinin eski manasını burada görüyoruz. Bu manada ilm-i
tevhit ve ilm-i kelam, ilm-i hal ile birleşiyor. Sonraları ilm-i
hal daha geniş bir manaya alınmış ve bugün ilm-i hal mevzuuna
haram ve helal, amele ve ibadete müteallik farzlarda girmiştir. Din
bilgisi tabiri daha geniştir. Din bilgisine Peygamber’in hayatı
ve siyeri, imamların içtihatları ve İslam ahlakı, hadis ve
tefsire müteallik hükümler girer. Burada dini meselelerin, şer’i
hükümlerden ayrı, kelam ilminin, fıkıh ilminden muteber olduğu
gösterilmektedir.)
21-
İman meselesi:
İman
dil ile ikrar kalp ile tasdiktir. Kişi ikrar eder de kalbi ile
tasdik etmeden ölürse mü’min sayılmadığı gibi eğer imkan
bulunduğu halde dili ile ikrar etmezse, yine mü’min sayılmaz;
zira özür mevcut olmadan dil ile açıklamayı bırakmak, tasdikin
olmadığına delâlet eder.
Kerramiye
mezhebinde olanlara göre, iman yalnız dil ile ikrardan ibarettir,
bundan başka bir şey değildir. Zira diyorlar, Hazret-i Peygamber
“Ben insanlarla Allah var(la ilahe illallah) diyinceye kadar
mücadele etmeye memurum” demiştir. Bize göre böyle değildir
zira, Cenab-ı Allah:”Onlar ağızları ile iman ettik dediler;
halbuki kalbleri iman etmiş değildir”(Maide 42) buyuruyor. Hemde
onların bu sözlerine göre münafıkların mü’minlerden
sayılması lazım gelir; bu ise zayıf bir sözdür.
İmam-ı
Şafi iman: ikrar, tasdik ve iyi iş işlemektir.(yani amel imana
dahildir) zira Cenab-ı Allah’ın “ Sizin imanınızı Allah zayi
edecek değildir”(Bakara 143) ayeti Allah namazlarınızı zayi
edecek değildir demektir. Ayette namaza iman denilmiştir diyor.
Biz
amelin imana dahil edilmesi doğru değildir deriz. Cenab-ı Allah:”
Allaha iman eden ve iyi iş işleyen(Talak 11) ayetinde amelden ayrı
olarak kişiye mü’min demiştir. Ayette amel işleyen cümlesi
iman eden cümlesine atfedilmiştir. Atfedilen bir şey atf olunandan
başka bir şeydir. Şu halde ayette imandan maksat kalb ile
tasdiktir. Eğer ameller imanda dahil olsalardı iman esaslarında
neshin caiz olması lazım gelirdi, halbuki iman konularında nesh
caiz değildir, amele dair hükümlerde ise caizdir, bu da imanın
amelden ayrı olduğunu gösterir.(NESH:
"Bir hükmü değiştirmek, iptal etmek."
(Şer‘î
bir hükmün daha sonra gelen şer‘î bir delille kaldırılması.DİA)
İman bir şeyi bilerek gerçekleşmek ve diliyle ikrar etmektir. Bu
tarife göre imanda hem ilim(zihn-i ameliye) hem irade(kalb-i
ameliyye) hem fiil veya ikrar (harici ameliyye) vardır. Bu yüzden
iman kesbidir ve teklif mevzuudur.
Tasdik
bir şeyi ilim yoluyla gerçeklemektir. Esasında bu zihni bir
ameliyedir. İkrar ihtiyarını kullanmaktır.(İsteğe
bağlı, seçmeli olan, seçimlik.) Akide bir şeye gönülden
bağlanmaktır, kalb işidir vehbi de olabilir. Kanaat delili olmayan
bir kabuldür. Bunda ilim unsuru yoktur....İslam
aleminde imanın mahiyeti konusunda türlü anlayışlar vardır.
İman yalnız kalp işidir, yalnız marifetten ibarettir, yalnız
lisanın ikrarı fiilidir veya bütün dini amellerin heyet-i
mecmuasıdır, iradi değildir, Allah’ın mevhibesidir, diyenler
vardır. Halkta(mukallitlerde) yaşayan anlayış, imanın kalp işi
olduğunu ve bunun tezahürü olan ikrar ile tamamlandığı,
merkezindedir. Ebu Hanife bu umumi temayülü ilmileştirir: İman
ilmi kabul manasına kalbin tasdikidir, ikrar bunun şartıdır, der.
Maturidi bu fikri müdafaa eder.......İmanın mevzuu kesin
hükümlerdir, bunlarda Allah’a, Peygambere ve ahirete mütallik
kati hükümlerdir. Gayesi dini emirlere itaati sağlamaktır. Bu
hükümlerde her mezhep saliki müttefiktir. İman asıldır, küfür
arızidir. Ben Müslümanım diyene İslam muamelesi yapılır.
Y.Z.YÖRÜKAN)
22-
İman ve İslam nedir, mukallidin imanı makbul müdür?
Ulemadan
bir kısmına göre: İman ile İslam birdir. Bunlar şu delile
dayanıyorlar: Kur’an-ı Kerim’de “ Bir kimse Müslümanlıktan
başka bir din ararsa bu asla kabul edilmeyecektir.”(Al-i İmran
285) buyurulmuştur. Diğer bir kısmına göre; iman ile İslam
başka başka şeylerdir, bunların delili de şu ayettir:” Çöl
arapları iman ettik dediler, onlara de ki, siz iman etmediniz lakin
İslam olduk deyiniz.”(Hucurat 14) Bu meselede en doğru söz İmam
Ebu Mansur Maturidi’nin söylediğidir.(İmam-ı
Maturidi’nin bu sözü nasihler tarafından buraya sonradan alınmış
olacaktır.Y.Z.Yörükan)
İslam
Allahı keyfiyetsiz olarak bilmektir, bunun yeri göğüstür. İman
Allah’ı Allahlığı ile bilmektir, bunun yeri de yürektir, bu
ise göğsün içindedir. Marifet Allahı sıfatları ile bilmektir,
bunun yeri de gönüldür, bu da kalbin içindedir. Tevhit Allahı
birliği ile bilmektir, bunun yeri sırdır, bu ise gönül
içindedir. Bunlar Allah taalânın: “ Allah’ın nurunun misali,
kandillik gibidir ki içinde kandil var, kandil billur camda, billur
cam şecere-i mübareke-i zeytuneden yanan inci yıldız gibidir”
(Nur 35) (Allah,
göklerin ve yerin nûrudur. O'nun nûrunun temsili, içinde lamba
bulunan bir kandillik gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir;
o fanus da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da,
batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden
(çıkan yağdan) tutuşturulur. Onun yağı, neredeyse, kendisine
ateş değmese dahi ışık verir. (Bu,) nûr üstüne nûrdur. Allah
dilediği kimseyi nûruna eriştirir. Allah insanlara (işte böyle)
temsiller getirir. Allah her şeyi bilir. Nûr : 35 Diyanet meal)
ayetinin
benzeridir; şu halde bunlar dört gerdanlıktır ki dördü de
birbirinden ayrı gayrı değildir; hepsi birleşince din olur.(
Nasıl göğüs,yürek, gönül, öz dediğimiz zaman bunların
manaları ayrı hususiyetler taşıdıkları halde birbirinden ayrı
şeyler değil ise, İslam, iman, marifet ve tevhit dizisi de öyle
bir kül teşkil eder ve birleşmesine din denir; mişkat, misbah,
zücace, kevkeb-i dürri; birbiri içinde bu dördüne nur dediğimiz
gibi. Bu anlayışa göre iman İslamda dahil, İslam mefhumu da
geniştir. Sırada marifet, imandan sonraya alınmıştır. Çünkü
iman Allaha; marifet sıfatlarına; tevhit ise bu sıfatların
zatından gayrı olmayıp aynı olduğuna ve vahdaniyet bilgisine
taallûk etmektedir.Y.Z.Y)
Bir
kimse eğer ben bu şeyin haliki kimdir, bilmem veya bana namaz farz
kılındı mı bilmiyorum, yahut ben kafir diye bir şey tanımıyorum,
yahut kafirin gideceği yer neresidir bilmiyorum, derse kafir olur.
Türk topraklarında, Orta Asya içlerinde yaşayan bir adam ben
Müslümanlığın hepsine inandım edr fakat dini ahkamdan hiç Bir
şey bilmez ve hiçbirini de yerine getirmezse onun mümin olduğunda
şüphe yoktur. Bunlar mukallit imanının sahih olduğunu ifade
eder; Mutezile ve Eşariler bilmeyerek iman eden mukallitlerin imanı
sahihtir, fikrine muhaliftirler. Bunların dedikleri, Allah’ın
peygamber göndermesindeki hikmetleri ortadan kaldırır, zira
taklit, sahih olmazsa peygamberlikten maksat ve fayda hasıl olmaz.
Şu kadar ki delillere dayanan ilmi imanın derecesi, taklidi imandan
şüphesiz yüksektir. Çalışarak elde edilen imanın sahibi
uyanmış ve nurlanmıştır. Nitekim Hazret-i Peygamber “ Ebu
Bekir’in imanı, bütün halkın imanı ile tartılsa üst gelirdi”
diyor. Bu hadisteki üst gelme, ziyade ve noksan olmak bakımından
değil, vukuflu ve nurlu olmak bakımındandır, zina ikrar ve tasdik
artıp eksilen şeylerden değildir. İman ikrar ile tasdikten ibaret
olunca da insanın kesbi ve eseri(mahluk) olmuş olur.
Alimlerin
bir kısmı iman mâhluk(kesbi) değildir, zina o Allah’ın(tevfiki)
başarı vermesiyle husule gelen bir şeydir, Allah’ın tevfiki ise
mahluk değildir, derler. Biz ise evet iman Allahın muvaffak kılması
iledir. Ancak bu kadarla insanın fiili olmaz; o fiil yine, namaz ve
oruç gibi insanın eseri ve kesbi(mahluk) olarak kalır deriz.
23-
İman insanın her her tarafındadır.
İman
insanın belli bir yerinde değildir. O öyle bir şeydir ki nuru
insanın bütün azasına yayılmıştır. Fakat azasından biri
kesilince iman parçalanmaz olduğu için oradan kalbe gider. Burada
bir soru var; insan ölünce iman nereye gider, ruhu ile beraber mi
kalır yoksa cesedi ile mi? Bu sorunun cevabı şudur: hayır ne
ruhla gider ne cesedde kalır. O kişinin imana ehliyet kazandığı
mana ile beraberdir. Bu mana nasıl bir şeydir, diyeceksiniz, evet
bu mana Allahın kişiyi gizliden nurlandırması veya Allahın
insanın içindeki gizli mahiyeti ışıklandırması demektir. Şu
soru da var;, insanın diğer amelleri nereye gider? Bunun da cevabı
şudur; bunlar, Allahın sevabına veya ikabına (cezasına) ulaşır.
Şunu da ilave edelim, eğer Allah ne ile bilinir? Diye sorulacak
olursa, buna bazı alimler akıl ile bilinir, cevabını vermişlerse
de bu hususta gidilecek doğru yol: Allahın bildirmesiyle bilinir,
demektir. Zira Kur’an-ı Kerim’de:” Allah’ın göğsünü
İslâma açtığı kimse Rabbından bir nur üzeredir.”(Zümer 22)
buyrulmuştur.
24-
Umutsuzluk imanı:
Umutsuz
kalmış, ye’s halinde imana gelen kimsenin imanı makbul
değildir.(Bu
hükümden anlaşılıyor ki müspet ilim mevzuundaki tasdik
başkadır. İman edilecek tasdik mevzuları da başka; iman edilecek
şeyler gayba ait olanlardır. Bir adam ölüm halinde iken gözü
önüne ahiret ahvali serilir di görerek iman ederse, gark olurken
Firavunun iman etmesi gibi şuhuda müstenit olan bu imana “ İman-ı
Ye’s” denir. Her şeyden ümidi kesilmiş. Yapacak bir işi
kalmamış kalmamış olmaktan doğan mecburi, iman demektir. Harb
içinde ölüm korkusundan yapılan iman ve zorlamak veya işkence
etmek neticesindeki iman da böyledir. Bunlar da ye’s imanına
dahildir. Nitekim Ammar Bin Yasir’i işkence ile dinden
döndürmüşlerdi. Hazreti Peygamber ona, üzülme, zor imanı
bozmaz, dedi.
Y.Z.Y)
25-
İmanda istisna(Ben müminim inşallah demek)
İman
ifadesinde “İnşallah “ demek şekçiler ile aramızda çıkmış
ihtilaflı bir meseledir. Şekçiler imanı”Allah’ın meşiyetine
bakmak caizdir, derler. Biz bunların sözlerini Kur’anda
sihirbazların” İnandık”(Araf 121) deyip inşallah
dememelirini, keza Kur’anda “ Onlar hakkıyle mümindirler”
(Enfal 74) ayetinde inşallah mümindirler denilmeyip kesin olarak
mümin denildiğini delil göstererek reddederiz. Bundan başka iman
bir akiddir. Allah dilerse sözü ise, akdi bozar.
Burada
bir soru var: Hazret-i Peygamber bir kabrin yanından geçerken”
Bizde sizlere iltihak edeceğiz inşallah” diyerek ölüm hakkında
inşallah tabirini kullanmıştır, halbuki ölüm muhakkak bir
şeydir. Bu soruya şu cevabı veririz: Peygamber ölüm için değil.
Kabristandaki ölülere iltihak için, inşallah demiştir. Hemde bir
kimse için” Bu adamdır inşallah” denilemez. Amma şöyle bir
soru sorulacak: Mescid-i Harama müslümanların gidecekleri Allah’ın
bildirmiş olması ile muhakkak olduğu halde, Kur’an-ı Kerim’de”
inşallah oraya gideceksiniz”( Feth 27) buyrulmuştur, bu muhakkak
olacak şeylere inşallah demenin caiz olduğunu göstermez mi? Cevap
verelim; burada inşallah Allah dilediği zaman gireceksiniz
demektir; yahut inşallah, âyette (aminine) kavline dahil olduğu
için, inşallah eminlik içinde gireceksiniz, demektir. Şöyle bir
sual de sorulabilir: Kişinin sonu(hüsn-ü hatimesi) için inşallah
demesi caiz değil mi? Cevap verelim: evet, hatta bize göre inşallah
bu dünyadan iman ile gideriz demek suretiyle Allah’ın meşiyetini
dilemek vaciptir bile, bunda söz yok; söz böyle bir şeyin iman
konularında caiz olup olmamasındadır. İbn-i Mesut hazretlerinden
rivayet edilen” İnşallah ben Müslümanım demek caizdir ” sözü
son nefeste hüsn-ü hatime için demek caizdir manasınadır;
yahutta bu söz bir sürçme (onun bir hatası) dır, rücu etmiş
olacaktır.
16-
Saadet ve şekavet:
Bir
insanın dünyada ve ahirette saadet ve şekavet halleri bize göre
değişebilir. Eş’ariler, buna muhaliftirler. Bundan dolayı da
“Ebu Bekir ile Ömer hazretleri, putlara taptıkları sırada da
mümin idiler” derler. Biz onların bu sözlerini bu sözlerini
reddetmek için şu ayeti ileri süreriz:”Kafirlere söyle ya
Muhammed! Eğer küfürlerini sona erdirirlerse Allah onların
geçmiştekilerini af eder.”(Enfal 38) eğer küfredenler putlara
taptıkları halde mümin idiyseler, Allah’ın af ve mağfiret
etmesinin, bağışlamasının faidesi kalmazdı. Keza, Cenab-ı
Allah, Kur’an-ı Kerim’de”Allah dilediğini imha eder,
dilediğini tespit eder.”(Raad 39) buyurmuştur. Bu günahları
imha eder ve yerine tövbesini tespit eder, demektir. Eğer”
Şekavetin saadete tebeddül etmesi, Allah’ın yarattığını geri
çevirip yeniden başlaması(beda) dır demek olmaz mı?” denilecek
olursa buna karşı da: Levh-i mahfuzda yazılmış olan şey,
kişinin sıfatıdır, bu değişir, Allah’ın kazası değişmez,
cevabını veririz.(Ebu
Hanife ve Ebu Mansur Maturidi’ye göre: insanların mukadderatı
Levh-i mahfuzda umumi hatlarla (vasıflarıyle) yazılıdır. Muayyen
ve müşahhas hareketler halinde yazılmış değildir. Eğer böyle
teferruat yazılmış olsa idi, onların ne saadeti şekavete, ne
şekavetisaadete değişemez ve insanlar fiillerinde mecbur
olurlardı. Halbuki bunlar umumi vasıflarla yazılmış olduğu için
değişir ve kişi fiilinden sorumlu olur. İmam-ı Ebu Hanife bu
suretle hem mukadderatı, kaza-i ilahi manasına kabul eder, hem de
bunun beşer hürriyet ve mesuliyetine zararı olmadığı,
mukadderatını insanın kendi tayin ettiği reyinde bulunur. Bu da
telifcilik yoludur. Fıkh-ı Ekber ve Fıkh-ı Ebsat risalelerinde
Ebu Hanifenin bu konudaki görüşü açıktır. Y.Z.Y)
27-
İyiyi emir kötüyü nehyetmek:
Her
insanın, gördüğü bir kötülüğü kendiliğinden menetmeye
kalkması veya iyiliği emretmesi, artık farz olmaktan çıkmıştır.
Zira bunlar hasbi olarak(allah için) yapılmıyor, bundan dolayıdır
ki zalim olan hükümdara karşı, kan dökmeye sebep olmamak
için(huruç etmek) kötülükleri kaldır diye, kılıç çekerek
isyan çıkarmak caiz değildir.
28-
Amel imanda dahil midir:
Bir
insan büyük günah işlerse kafir olur mu? Bize göre olmaz. Harici
ve Mutezile mezhebinde olanlar eğer günahkar tövbesiz ölürse
kafir olarak gider ve cehennemde sonsuz(muhalled) olarak kalır. Bu,
ayetle sabittir, derler.(Burada
bahsedilen ayet şudur:” Bir kimse önceden kurup hazırlanarak
(muta-ammiden- bir Müslümanı öldürürse bunun cezası sonu
gelmez olarak cehennemdir.”(Nisa 93) Zira Peygamberden muhtelif
şekillerde gelmiş olan hadislere göre farzı inkar eden veya
haramı helal itikat eden, kafir olur. Bu hadislerden metinde
olanlar, bu ciheti gösterdiği gibi bu mealde diğer hadislerde
vardır. Y.Z.Y)
Bizde
yine Peygamber’den rivayet edilen hadislere(nakle) dayanarak “
büyük günahı işlerse” sözü, haramı(burada katli) helal
sayarsa demektir. Yahut ayetteki “ Cehennemde muhalled kalır”
sözünden maksat uzun müddet kalacak demektir, deriz. Bunun gibi
Hazret-i Peygamber’in” Namazı kasten terk eden kimse kafir olur”
sözünden maksat ta namazı inkar etme suretiyle terk ederse,
demektir. Eğer günahkar kafir olsaydı Peygamber (veya Allah) bize
fasik olanın verdiği haberi araştırıp inceleyin diye emretmezdi.
Yahut Maiz hazretlerine İslama dönmesi ve imanını yenilemesi için
emrederdi.(Burada
bir ayete, bir d hadise işaret edilmektedir. Ayet şudur:” Fasıkın
biri size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın.”(hucurat
7) Hadiste adı geçen Maiz (ibn-i Malik il Eslemi) hakkındadır. Bu
adam işlediği büyük günahtan dolayı Peygamberin hükmü ile
recm edilmiştir. Recm edilmeden önce imanını yenilemekle mükellef
tutulmamıştır. Tarihte Gamitli adıyla meşhur olan bir kadın da
böyle bir günah işlemiş, vicdan azabından kurtulmak için
yaptığını gelip Peygambere itiraf etmiş, sonra recm edilmiş ise
de, yaşadığı ve çocuk doğduktan sonra iki sene onu emzirdiği
müddette Müslümanlığı hakkında hiç bir tereddüt
gösterilmemiştir. Y.Z.Y)
Murcie mezhebinde olanlar, büyük günah işlemenin imana asla
zararı yoktur, bunu delili de genc(Şâb) in meşhur olan sözüdür,
derler.(Burada
bahsedilen Şâb, Humus’ta Maaz ibn-i Cebel’e bir soru soran
gençtir. Bu genç Maaz İbn-i Cebel’e sorduğu sualler arasında
bir adam namaz kılmaz, oruç tutmaz, haç etmez, zekat vermez, fakat
Allaha ve Resulüne imanı vardır, bunun hakkında ne dersin demiş.
Maaz İbn- Cebel, Allahın affını umar, cezalandırmasından
korkarım, deyince genç, ya Maaz! Allaha şerik koşanların
amelleri fayda vermediği gibi iman edenlere de hiç bir şey zarar
vermez, demiş. Genç gittikten sonra,Maaz İbn-i Cebel,” bu ovada
bu gençten daha iyi din ilmini bilen kimse görmedim.” demiş.
Maaz İbn-i Cebel, ashabın ileri gelenlerinden ve
muallimlerindendir, her sözü senettir. Metinde bahsedilen münakaşa
Maaz tarafından tasdik edilen gencin sözleri üzerinedir. Y.Z.Y)
Bizde
diyoruz ki Şâb’ın imana bir şey zarar vermez sözü, iman
günah-ı kebire zail olmaz demektir. Yoksa bu söz Allah korkusunun
büsbütün kalkmasına varır.
29-
Kabir azabı:
Bize
göre kabirde azap vardır. Mutezile ve Cehmiyye mezhebinde olanlara
göre yoktur. Bunlar biz görüyoruz ve muayene ediyoruz ki ölü,
kendisine verdiğimiz elemleri duyuyor, bu iş, göz önünde nasıl
ise, gaipte de öyledir, diyorlar. Görüneni esas alıp da
görünmeyeni ona kıyas etme mebdeinden hareket eden bu mezheplerin
taraftarları cansız varlıkların Allaha tesbih ettiklerini,
mizanı, sıratı, iman etmiş olanların cehennemden çıkacaklarını
ve Mirac’ı inkar ederler. Biz ise bunlar haktır, ancak akıl
bunların mahiyetini idrakten acizdir, demekteyiz. Nasıl ki Hazret-i
Peygamber: “Allah’ın yarattıkları üzerine düşünün
yaratıcı üzerine düşünmeyin” buyurmuştur. Bu sözüyle
Hazret-i Peygamber insan aklının zayıflığını göstermek
istemiştir. Halbuki bunların inkar ettikleri şeylerin doğruluğuna
ayrı ayrı deliller vardır. Cenab-ı Allah: “ Biz onlara yakında
iki defa azap edeceğiz”( Tevbe 101) buyuruyor. Bu iki defadan biri
kabirde biri de ahirettedir. Diğer ayette”Bu azaptan başka bir
azap” keza “Onlara büyük azaptan başka en yakın azabı
tattıracağız”( Secde 21) Bu yakın azap ta kabir azabıdır.
Keza ” Hiçbir şey yoktur ki Allahı hamd ile tesbih etmesin”
(İsra 44) ve “ Biz mizanları dosdoğru kuracağız”( Enbiya 47)
buyrulmuştur.
30-
Arzularına uyanlar:
Bid’at:
Dinde türeyen adetler ve ya Müslümanlığa sonradan giren
şeylerdir. Bunları benimseyenler ile arzularına ve heveslerine
uyanlar ateşte kalacaklardır. Bu, hadisle sabittir.(Burada
işaret edilen hadis meşhurdur, muhaddis sahabe İbn-i Sariye’den
rivayet edilen şu: “Dine sonradan sokulmuş şeylerden sakının,
her sonradan olma, bid’attir, her bid’at dalalattir, her dalalet
ateşter.” hadisininin sonundaki hükmün sonradan hadise ilave
edildiği de söylenmektedir. Her bid’at sözü Cabir’den
rivayet edilen hadiste de aynen geçer. Ancak fıkıh bakımından
her bid’at dalalet değildir; bid’at-ı hasene de vardır. Akait
bakımından ise bid’at eğer bir ayeti veya hadisi tefsir veya
izahtan doğmuş ise buna dalalet denirse de hak olma ihtimali
kaldırılamaz, zira bu gibi şeyler ashab arasında da olmuştur.
Eğer suiniyet ile akaid içine bir fikir sokulmuş olursa buna
dalalet denir, burada bid’atın yanında havasına uyanlar
denildiğine göre bid’atın bu nevi kasdedilmiştir. Bunlarda pek
çeşitli şeyler olduğu için mesele güç bir durum arz eder.
Akaid kitaplarına, Cennet, kıyametten sonra mı yapılacaktır,
yoksa yapılmış mıdır? Ayşe, Fatma’dan faziletli midir, değil
midir? Gibi sonradan çıkma lüzumsuz akideler sokulduğuna göre
bu manada bu gibi meseleler de bid’at olmak icabeder ki eskilerin
ilm-i kelam bid’attir demeleri de bundan ileri gelmekte idi.
Halbuki biraz yukarıda ilm-i tevhidin diğer ilimlerden efdal olduğu
ve “ ilim farzdır” hadisinin bu ilmin farz olduğuna delalet
ettiği söylenmişti. Y.Z.Y)
31-
Cennet ve cehennem:
Cennet
ve cehennem ikisi de yaradılmış bulunmaktadırlar. Mutezile,
Kaderiyye ve Cehmiyye mezhebinde olanlar, halen cennet ve cehenneme
ihtiyaç olmadığı için bunların yaradılmış olduğunu kabul
etmezler, Allah aciz değildir, ihtiyaç olduğunda onları
yaratır,diyorlar. Halbuki Kur’an-ı Kerim’de “ Gökler yer
genişliğinde olan cennet günahtan sakınanlar için
hazırlanmıştır.”(Al-i İmran 133) ayeti bunların hazır
olduğunu açıklamaktadır. Onların dediği söz ise , Allahın bu
haberini yalanlamaya varır. (Bu ayet evvela mana bakımından
müteşabihtir. Saniyen hazırlamak, ileride olacağı muhakkak,
manasına mecaz olabilir. Her iki bakımdan davaya delil olamaz. Bir
ayetin tefsirine ise tekzip denilemez. Yani bu cevap kafi değildir.
Y.Z.Y ) Müteşabih ayetler hakkında daha ayrıntılı bilgi için
DİA Müteşabih maddesine bakılmasını tavsiye ederim.”Sözü
edilen âyette fitne aramakla nitelendirilen kimseler, müteşâbihleri
şüpheye düşürme ve karışıklık çıkarma aracı olarak görüp
arzularına uygun biçimde yorumlayanlardır.
...Sahâbîlerin
Kur’an âyetlerini te’vil ettiklerine dair kesin bilgi
bulunmadığı, ayrıca Kur’an’ın anlamı konusunda ihtilâfa
düşmedikleri dikkate alınınca müteşâbihleri te’vil edenlerin
hıristiyan âlimleri olduğu anlaşılır (Yüce
Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri,
II, 14-16 DİA)
32-
Melekler:
Meleklerin
hepsi, günah işlemekten korunmuş(masum) dırlar. Harut ve Marut
adını taşıyan iki melekten maadası itaat için yaratılmışlardır.
Şeytanlar
ise şer için yaratılmışlardır. Yalnız bunlardan bir tanesi
Heyyım oğlu Hame müstesnadır. Zira bu Müslüman olmuştur.
33-
Yaratılış(Fıtrat) :
İnsanlarla
cinler, hepsi fıtratlarına göre yaratılmışlardır. Fıtrat
Mutezile’ye ve Eşarilere göre İslam demektir. Bundan ötürü
kafir kendi fiiliyle kafir olur derler, Ehl-i Sünnet ise fıtrat,
hilkat demektir. Çünkü Cenab-ı Allah Kur’an-ı Kerim’de”
Allahın fıtratı” (Rum 30) buyurmuştur, bu ise Allahın hilkati
demektir. Peygamberin hadisindeki fıtrat ta bu manadadır. Peygamber
diyor ki:” Her çocuk fıtratı üzere doğar, sonra anası, babası
onu Yahudileştirir, veya Hıristiyanlaştırır, içindekini dile
getirinceye kadar.(“Cami’us
Sağir” deki yazılışa göre hadis şöyledir;” Her çocuk
fıtratı üzerine doğar, diliyle içindekini izhar edinceye kadar,
sonra anası babası onu Yahudileştirir veya Hıristiyanlaştırır
veya Mecusileştirir.” Burada ibarenin yeri değişmiştir. Son
fıkra bazı kitaplarda hadise dahil değildir. Mesele şudur:
Mutezile ve Eşari’lere göre çocuk aklını kullanmasa da
yaradılışında Müslümandır. Ehl-i Sünnet’e göre ise
yaradılışta her şeye müsaittir. Tesir altında kalmayıp aklını
kullanacak olursa Allahını bulur ve Müslüman olur. Dikkat
edilmelidir ki burada Ehl-i Sünnet, Eşari’lere mukabil
alınmıştır. Bu karşılaşma Eş’ari mezhebinin tebellür
etmediği zamana aittir ki bundan risalenin çok eski olduğunu
anlayabiliriz.. Y.Z.Y.)
Bu,
çocuk doğduğu yaradılışı üzerine bırakılırsa, Yaratıcının
varlığını düşünüp bulurdu, ama ana babası onun Yahudi veya
Hıristiyan sebep oluyorlar demektir.
Bu
konu ile ilgili meseleler: bir kimse ben, Allah gökte midir, yerde
mi bilmiyorum derse, Allaha mekan düşünmüş olduğu ve onu
mekanda aradığı için kafir olur. Allah arş üzerindedir demekte
böyle. Eğer Lokman veya Zülkarneyn Peygamber midir değil mi
bilmiyorum derse kafir olmaz ama Musa ve İsa hazretleri hakkında
bilmiyorum derse kafir olur. Zira bunların peygamber oldukları
mensustur.( Kuran ayetleriyle açıkça bildirilmiştir.) Eğer bir
kimse yarın kafir olacağım diye niyet ederse daha o saat kafir
olur. Kişi küfür kelimesini kedi ihtiyarı ile söylerse
söylediğine inanmasa da kafir olur. Sarhoş iken böyle bir söz
sarf ettiği takdirde ise kafir olmaz.
34-
Yezide lanet edilir mi:
Yezide
lanet etmek caiz değildir. Zira o fasik bir adamdır; fasiklerin ise
bağışlanması caizdir.
35-
Peygamberler:
Emir
ettikleri şeylerle vazifelenmek ve nehyettikleri şeylerden kaçınmak
için Allah’ın peygamber göndermesi haktır. Bir takım kimseler
buna lüzum yok, zira Allahın emredilen şeylerden menfaati ve nehy
edilenlerden zararı yoktur, faydası olmayan bir şeyle meşgul
olmak ise hafifliktir,derler. Halbuki bu emir veya nehy edilen
şeylerde memur olanların menfaatlanması hikmeti vardır. Onlar,
Allah’ın peygamberler göndermesi iyilikleri ve kötülükleri
bildirmek için ise akıl buna kafidir, derler. Biz ise dinin
hükümlerini ve eşyanın tabiatlarını bilmek hususunda aklın
payı yoktur, deriz.
36-
Evliyanın kerameti:
Evliyanın
kerametleri bulunduğu doğrudur. Bu hususta Mutezile’nin şüphesi
yersizdir. Onlar eğer evliyanın kerameti caiz olsaydı insanlar
mucize ile keramet arasını ayırmaktan aciz kalırlardı, diyorlar.
Halbuki mucize,peygamberlik davası zamanında zuhura gelenlerdir,
keramet öyle değil; hem de kerameti inkar etmek, Meryem’in
kerameti zikredilen şu Kur’an ayetini:” Her ne zaman Zekeriyya
mihrapta Meryem’in yanına girdi ise orada yiyecek bulmuştur.”(Al-i
İmran 37) Belkıs’ın tahtı zikredilen ayeti ve Hazret-i Ömer’in
İran’da harb eden komutana” Ey Sariye dağı tut, dağı:”
diye nidasının işitildiğini inkara varır.(
Belkıs’ın tahtının Süleymana’a getirildiğine dair Neml
suresinin 41. ayetine işaret ediyor. Bu ayette bir ilim sahibinin,
ki Süleyman’ın veziri Asaf olması muhtemeldir, Süleymanın
önüne, bir taraftan diğir tarafa dönünceye kadar Belkısın
tahtını getirdiği açıklanmaktadır.
“Ya
Sariye! dağı tut, dağı” sözünü ise, Hazret-i Ömer bir gün
Medine’de hutbe okurken söylemiştir. İranlılar Sariye-i Düeliyi
çevirecek bir duruma gelmişlerdi. Sariye ve arkadaşları Hazret-i
Ömer’in bu sesini işitmişler ve dağa istinat ile muzaffer
olmuşlardı. Vak’a hadis kitaplarının Menakıb-ı Ömer bahsinde
ve tarih kitaplarının 23. hicri sene vukuatında tafsilatıyla
anlatılmaktadır. Y.Z.Y)
37-
Peygamberlerde İsmet:
İnsanlar
ve cinler günahtan korunmuş(masum) değildirler, ancak resuller ve
nebiler büyük günah işlemekten korunmuşturlar; eğer bunlar
günahtan korunmuş olmasalardı, yalan söylemek ihtimali tamamen
ortadan kalkmış olmazdı, lakin bunlar küçük günahlardan
korunmuş değildirler. Zira bir kimse belaya uğramadıkça belaya
uğrayanlara şefkati olmaz. Peygamberlerin şefkati ve şefaatleri
zayıf olmasın diye bunlar küçük günahlardan korunmamışlardır.
Mutezile diyor ki, peygamberler küçük büyük bütün günahlardan
masumdurlar; zira bunlar peygamberlerin şefaata selahiyetleri
olduğunu kabul etmezler.
38-
Resul ve nebi:
Resul
ünvanı taşıyan peygamberler Cebrail vasıtasıyla Allah’ın
vahyine nail olmuş zatlardır. Nebi olanlar ise ya diğer bir
meleğin vasıtasıyla vahye nail olmuşlar veya uykuda sadık rüya
halinde kendilerine bu hal gösterilmiş yahut kendilerine ilham
edilmiştir.
39-
Peygamberlerde zelle:
Peygamberlerin
sürçmesi, bir hatayı vahyden evvel yapmalarıdır. Davud’un
vahyden evvel Orya’nın karısıyle evlenmesi gibi. Yahut daha
iyiye bakarak iyiye meyletmeleridir. Adem aleyhisselamın Allahın
adını saygılamak(cennette ebedi kalmak istemesi gibi, ki bu yüzden
Cenab-ı Allah “Adem Rabbına isyan etti ve azdı”(Taha 121)
buyurmuştur. Allahın bu sözü “menetmek “ bakımındandır.
Yoksa günah-ı kebirenin ve azgınlığın gerçekten varlığını
belirtmek için değildir. Nitekim diğer bir ayette “ Adem unuttu,
biz onda azim ve sebat bulamadık”( Taha 115) buyurulmuştur.
40-
Efdal olanlar meselesi:
En
faziletli olan kimdir konusunda türlü türlü sözler söylenmiştir.
Bunların içinde en doğru olan, Hazret-i Muhammed’in Adem
aleyhisselamdan efdal olduğudur. Ondan sonra peygamberler bütün
yaratıkların en faziletlileridir. Hazret-i Muhammed’in ümmetinden
en efdal olan ise Ebu Bekir, sonra Ömer, Osman, Ali’dir.” Allah
hepsinden razı olsun.”
İnsan
oğullarının içinde peygamberler gibi seçkinler, meleklerin
seçkinlerinden daha efdaldırlar. Meleklerin seçkinleri, Âdem
oğullarının halk kısmından efdaldir. Halk tabakası da
meleklerin seçkin olmayanlarından(avam) efdaldir. Rafızi’ler,
Hazret-i Ali’yi, Ebu Bekir hazretlerine ve diğer eshaba tafdil
ederler, bunlar şu hadise dayanırlar: Peygamber ” Yarab
kullarından sana en sevgili olanı yanıma gönder, şu kuştan
benimle beraber yesin” diye dua ettiği zaman yanına Ali
gelmiştir.(
Bu hadis “Kunuz-ül Hakayık” da Tirmizi’den şöyle
naklediliyor.: “ Allahım! Halkın en sevgilisini bana gönder bu
kuştan yesin” yani(halkının sana en sevgilisi) cümlesinde
(sana) yoktur. Metinde(bana) diye tefsir edildiğine göre olmamak
lazım, lakin biz elimizdeki iki nüshada yazılı olduğu üzere
tercüme ettik. Y.Z.Y)
Aynı
zamanda Ali sahabelerin en şecii, ve küfürden en uzak kalmış
olanı ve en alimidir derler. Ehli sünnetin delili ise Hazret-i
Peygamber’in şu: “ Ebu Bekir size orucun ve namazın çokluğu
ile üstünlük sağlamış değildir. Onun sizden efdal olması
kalbini dolduran manadan, muhabbet ve sadakattandır” hadisidir.
Ömer’in oğlu Abdullah’tan da “ Biz daha Peygamber’in
sağlığında Hazret-i Muhammed ümmetinin en faziletlisi Ebu Bekir,
sonra Ömer, Osman, Ali’dir derdik” diye hadis nakletmiştir.
Yukarıda rivayet edilen kuş hadisinin manası ise: kullarından
bana en sevgili olanı gönder, demektir. Yoksa Ali’nin diğer
Peygamberlerden de efdal olması lazım gelirdi. Ali’nin ashabın
en şecii ve en alimi olduğuna dair söylenilen sözler ise doğru
değildir. Ehl-i Sünnetten bazıları Hazret-i Ali’yi Hazret-i
Osman’a tafdil ederler.
Bazılarına
göre Hazret-i Ayşe, Hazret-i Fatıma’dan daha efdaldır. Zira
onun derecesi Peygamberle beraberdir. Bazıları ise Hazret-i Fatıma
efdaldir, zira Ayşe’nin derecesi Peygambere tebean yükselmiştir,
derler.
42-
İmamet meselesi:
Nebilerden
ve resullerden sonra bir imam veya devlet başkanı seçimi amme
tarafından bir hak(vecibe) dir. Fikir adamlarından bir kısmı imam
seçimi insanlara gerekli(dini bir farz ) değildir, zira imam,
zulmün ve fitnenin giderilmesi için ihtiyaç hasıl olur. Zulüm ve
fitne kalkınca hükümdara ihtiyaç kalmaz, derler. Biz bu
müessesenin gerekli olduğu fikrindeyiz; zira Peygamber
hazretlerinin ölümünden sonra ashab bir imamın vacip olduğunda
ittifak etmişlerdir. Gerçi o günlerde bir ihtilaf vukua gelmişti,
ancak bu ihtilaf tayin hususunda idi.
42-
İmam olacak kimsede aranılan şartlar:
İmamlık
makamına seçilecek kimselerin Kureyş kabilesine mensup olması
şarttır. Rafıziler, Haşimilerden başkalarının imam olmaya
selahiyetleri yoktur, derler. Haşimi olarak da Ali’yi ve Ali
evladını tayin ederler. Biz bunlara şöyle cevap veririz: hadis
mutlaktır, şu kabileye veya bu kabileye tahsis edilemez.(Burada
bahsedilen hadis, Ebu Bekir’in rivayet ettiği” imamlar
Kureyş’dendir.” hadisidir. Bu hadisi yalnız Ebu Bekir rivayet
etmiştir. Ancak rivayet ettikten sonra bütün ashab sükut etmiş
ve itiraz etmedikleri için bu, ittifakla kabul edilmiş bir karar
mahiyetini almıştır. Y.ZY)
Sonra imamın masum olması da şart değildir. Zira Peygamber:”
Sevap işlemiş olanın da günahkar olanında arkasında namaz
kılınız” buyurmuştur. Hemde eşyanın memnu veya mubah
olması(yani imam olana masum olmak şartı) kitap ile sabit olur.
İmamlık hakkında böyle bir kayıt yoktur. Peygamberlerin masum
olmaları şartı ise başka bir şeydir. Rafıziler imamın masum
olmasını şart koşarlar. Keza imamın müctehid olması da şart
değildir, ama kavi, kahraman, savunma ve saldırı ilmine vakıf,
kanunların hükümlerini yürütmeye muktedir olması şart olmaya
yaraşır.(
Şiilere göre İmamet din ve dünya reisliği manasına manevi bir
kuvvettir. Hilafet ise zahiri ve dünyevi teşkilattır. Birincisi
mukaddes ve ilahidir, dünya bunlardan hali değildir, idare başına
geçmedikleri zaman(mahfi) gizlidirler, çünkü Müslümanlık
bunlarsız olmaz. İmam olmanın birinci şartı Ali evladından
olmaktır, çünkü bunlar masum, efdal, mensus ve müctehiddirler.
Masum günahtan korunmuş demektir ki ne yaparsa yapsın hata olamaz
ve o ne derse itaat edilir. O dini esasları ilga edebilir, yenisini
va’z edebilir. Herkesten efdaldir, çünkü hamuru başkadır, o
tahsil görmese de müctehiddir. İctihadında hata etmez, her re’yi
doğrudur. Aynı zamanda mensustur, yani kendinden evvel gelen imam
tarafından, benden sonra imam budur, diye söylenmiştir, derler.
Metinde “İctihad şart değildir” denilmesi diğer mezheplere
karşıdır, çünkü bazı alimlere göre imamın alim ve kanun va’z
etmeye yetkili olması şart koşulmuştur.
Ehli
Sünnet’e göre: bunların hiç bir dayanağı yoktur. Zamana göre
harb işlerine vakıf olması, veya işleri yürütmeye ehil olması,
ancak tercih sebebi olabilir. Ama Haşimi olmak, Talibi, Alevi ve
Fatımi olmak şart değildir. Yalnız kabileler içinde Kureyş eski
üstünlüğünü muhafaza ettikçe diğerlerine onun hakimiyeti
gerektir. Yine bunlara göre: imametle hilafet bir şeydir ve devlet
başkanlığı manasınadır, cumhur tarafından seçilir. Y.Z.Y)
43-
Hilafet meselesi:
Peygamberden
sonra hilafet 30 yıl sürmüştür. Zira rivayet edildiğine göre
Peygamber, benden sonra hilafet 30 senedir, sonra melik, sonra da
mütegallibe olur, demiştir.(Bu
hadis “ Kunz-ül Hakayik” de, Davud’dan “Cami-us Sağir”
de de Sefine rivayeti ile sah işaretiyle, az farkla, bu kadardır.
Metinde: Sonra mütegallibe olur” fıkrası ilave idilmiş oluyor.
İbare değişikliği hadisin manasıyla rivayet edildiğini
gösterir. Rivayet bilmana ise hüccet olmaktan çıkarır. Kaldı ki
Hazret-i Peygamber hayatında hilafet mevzuundan hiç bahsetmediği
haldi onun 30 yıl süreceğini söylemesi, üzerinde durulacak bir
şeydir. İbn-i Haldun bu hadisin mevzu olduğu müelaasındadır. Bu
hadisi sahih olarak kabul ile Peygamberden sonra 30 sene dini
hükümet, 30 seneden sonra gayr-i dini hükümet manasına geldiğine
işaret edenler vardır.Azizi’ye bakınız.C.2.S.276. Y.Z.Y.)
Peygamberden
sonra ilk halife ashabın ittifakı ile Ebu Bekir’dir. Hatta Ömer
kendisine” Allahın resulü bizim din işimiz için sana rıza
göstermiş iken, biz dünya işlerimiz için sana rıza
göstermezmiyiz? ” demiştir. Rafızi’lerin, Ebu Bekir Ali’nin
hakkının gasp etmiştir, demeleri yersizdir. Zira bu ashabın zulm
üzerine ittifak ettiklerini kabul etmek olur. Alinin bir müddet Ebu
Bekir’e biat etmeyip sonra istemeyerek biat ettiğine dair
Rafızi’lerin söyledikleri söz de yerinde değildir. Zira Ali,
Ebu Bekir’in hak üzere olduğunu bildiği halde eğer biattan geri
durdu ise Ali’den böyle bir hareket beklenmez; eğer Ebu Bekir’in
haksız olduğunu biliyor ise hareketi makul olurdu, lakin Ali’nin
itikadınca böyle bir şey yoktur; zira kılıcını çekip bunu
men’e çalışmamıştır. Bu suretle Ebu Bekir’in halife olduğu
sabit olunca Ömer’in de halifeliği sabit olur; zira kendinden
sonra yerine Ömer’i halife edinen Ebu Bekir’dir. Ömer kendine
kimseyi halife olarak namzed göstermemiş, bu işi altı kişilik
şurâya terk etmiştir. Bunlardan biri Osman’a biat edince
diğerleri de buna rıza göstermişlerdir, bu suretle Osman üzerinde
ittifak husule gelmiştir. Onun ölümünde ashab, Ali’nin hilafeti
üzerinde ittifak etmiştir. Ömer’in şûra için yazdığı
vesikada(kitapta) zikri geçen altı kişi Osman, Ali, Abdurrahman
İbn-i Avf, Talha, Zübeyr ve Sa’d İbn-i Ebi Vakkas’dır. Allah
hepsinden razı olsun.
SON