Card image cap
Söğüt ağacı

(Söğüt ağacı Romanımdan bir bölüm)

Balıkutan: Martı

Susuzluk içini kavurduğundan uyuyamıyor; sağa sola dönüp duruyordu. Epey bir zaman kıvrandıktan sonra uykuya daldı. Ne kadar uyuduğunun farkında olmadan, kendini; sol tarafından derenin aktığı yemyeşil çimlerin üzerinde oturuyor buldu. Hemen önünde boylu boyuna uzanan kumsal, kumsalı üç taraftan çevreleyen kavak ağaçları vardı. Denizin sessiz dalgaları arada bir kabararak ses çıkarıyor; kumsalı okşarcasına yokluyor; tekrar mecrasına çekiliyordu. Derenin tatlı suyu ile denizin sodalı suyunun buluştuğu noktada balıkutanlar arada bir dalarak yakaladıkları inci kefalleri gagalarından aşağı indiriyor, bayram ediyorlardı. Bu manzara fazla devam etmedi. Kendi kendine “burası daha çok Yehmal sahiline benziyor” dediğinde, deniz suları kumsalı da içine alarak, batıya doğru hızlıca uzaklaştı. Bir anda yeşilliğin yok olduğunu gören Aysel, denizin hızla uzaklaştığını bembeyaz bulutların üzerinden izledi. Çok uzaklarda, kara bulutların arasında, hayatında hiç görmediği, tanımadığı bir yerde mola verdi. Kulağına gelen bir ses “senin kaderin burada” dedi. Yaşadıklarının hiç birinin Purmak’la ilgisi yoktu.

Önce bembeyaz sonra kara bulutların üzerinde hızlıca yapılan gezinti bir anda sona erdi. Deniz, kumsal, çimler, tanımadığı yer ve bulutlar kayboldular. Tüm bunlar yaşanmamış gibi kendini evinin önünde, halılarla döşeli tahtın üzerinde buldu. Güneşten korunması için tahtın üzerine yerleştirilen gölgeliğin altından bahçeye doğru baktı. İlk bakışta gözlerine ilişen, evin önünden akan dere ve derenin ötesindeki kavak ağaçlarıydı. Kavak ağaçlarının arasında tek başına duran söğüt ağcı çok üzgün görünüyordu. Çok kısa bir süre sonra dere kayboldu. Ağaçlar tek tek tahtın dibine kadar geldikleri halde söğüt ağacı yerinden kıpırdamadı. Biraz daha dikkatlice bakınca ağaçların arasından dört kişinin yaklaştığını gördü. Kişiler yaklaştıkça belirsiz yüzleri daha da netleşti. Yüzleri netleşince söğüt ağacı boynunu büktü. Netleşen yüzler arasında beklediği yoktu. Belki de bu yüzden söğüt ağacı yerinden kıpırdamamış; boynunu bükmüştü. Aysel, beklediğim sizler değilsiniz diyecek olduğunda dili tutuldu. Konuşamadığından sadece izlemekle yetindi.

Dört kişi, bir adım kadar yakınına gelerek yan yana sıralandılar. Sol başta duran mavi gözlü, karakaşlı, kulaklarının bir bölümünü kapatacak kadar uzun saçlı, sağ yanağında gamzesi olan, kumral, altı yaşında çocuktu. O’nun elinden su içmesi mümkün değildi. Kendinden on üç yaş küçük birinin elinden su içmek ne kadar doğru olabilirdi. Senin elinden su içmem demek istese de diyemedi. Konuşamıyor, içindekilerini dışa vuramıyordu. Sol baştan ikinci sıradaki, dokuz yaşında kız çocuğuydu. Bu çocuğunda sağ yanağında gamzesi vardı. Gözlerinin rengi değişiyordu. Bazen mavi, bazen kahverengi, görünüyordu. Simsiyah saçları, omuzlarının üstünde adeta dans edercesine uçuşuyordu. Oysa yaprağı kıpırdatacak kadar dahi esinti yoktu. Esintisiz havada saçlarının uçuşuna anlam veremediği bu kız çocuğu su verecek değildi. Soldan üçüncü de kız çocuğuydu. Bu çocuğun saçları diğer çocuğun saçlarına göre çok daha uzun olmasına rağmen kıpırdamıyordu. Tombul yanaklı olduğundan, dikkatlice bakılmayınca gamzeli olduğu anlaşılmıyordu. Gözlerinin yeşil olduğu net olarak seçiliyordu. On üç yaşındaki bu çocuğun sağ omuzunda su testisi, sol elinde çiçek desenli su bardağı vardı. Aysel, “senin elinden mi su içeceğim” dedi. Cevap verme gereği duymayan kız çocuğu gülümsedi. Gülümseyişi, kız kızın elinde su içer mi der gibiydi. Gözlerini Aysel’den ayırmayan sağ baştaki erkek en az kırk beş yaşındaydı. Göz kapaklarının altındaki kırışıklığa bakıldığında, belki de ellisine merdiven dayamıştı. Saçları çok kısaydı. Alnın üstünde, her iki yanda hafif açıklık vardı. Aysel’in beklediği, kulaklarının bir kısmını kapatacak kadar uzun saçlıydı. Beklediğim sen değilsin diyecek olduğunda kelimeler boğazında düğümlendi. Benden en az yirmi altı yaş büyüksün diyemedi.

 On üç yaşındaki kız çocuğu, testiyi omuzundan yavaş, yavaş indirerek, kırk beş yaşındaki adamın işaretini bekledi. Gelen işaretle birlikte, testiden suyu bardağa boşaltmaya başladığında bardak dolmak bilmiyordu. Sanki su bir taraftan akıp gidiyordu. On beş dakikada dolan bardağı kırk beş yaşındaki adama uzattığında Aysel “oh be bana değilmiş” dedi. İçini bir sevinç kapladı. Çünkü bu adamın elinden su içmek istemiyordu; ancak küçük kız adına üzüldü. Aralarında bu kadar yaş farkı olan birine su bardağını uzatması hoş değildi. Acıma duygusu hissetse de yapabileceği bir şey yoktu.

 

Adam, kız çocuğunun elinden aldığı bardağı havaya kaldırdığında suda renk değişimleri oldu. Bulanıklaşan berrak su, kısa sürede önce yeşillendi, sonrasında kızıllaştı. Aysel, adamın kızıl renkli suyu içeceğini sandı. Suyun kızıl renge dönüştüğünü gören sadece Aysel’di. Oysa adam suyun berraklığına bakıyordu. Yeterince berrak olduğuna kanaat getirince ağır hareketlerle suyu Aysel’e uzattı. O ana kadar adamın elinden su içmeye hiç niyeti olmayan Aysel, tereddüt etmeden elini uzatarak bardağı aldı. Üç yudumda içtiği, sanki kızıl renkli mide bulandırıcı su değil, çeşitli meyvelerden yapılmış şerbeti. İçinde bir ferahlık hissetti. Bütün susamışlığını gideren içtiği suyun ferahlığıyla gözlerini kapattı. Kapalı gözlerle, gönül okşayıcı sesle “kimsin, adın ne” diye sordu; ama cevap alamadı. Aynı soruyu iki defa daha sordu. Yine cevap alamayınca gözlerini açtı. Ne çocuklar, ne adam, ne de ağaçlar vardı. Var olan tek ağaç, olduğundan çok küçük görünen, boynu bükük, üzgün halde Aysel’i takip eden söğüt ağacıydı. Aysel ise tahtından inmiş, sonu görülmeyen yola girmişti. Yol, Aysel’i, yerlerde sürünen beyaz elbisesi ve başındaki tacıyla batıya götürüyordu.