KARABURUN

          Sanırım yine şanslı bir günümdeydim. İlham perilerim bir kez daha beni ziyarete gelmişlerdi. Tabii ben de bu fırsatı kaçırmamak için hemen kalem kağıda sarılmıştım. Onlar ne fısıldıyorsa kulağıma, kağıda onu geçirmeye çalışıyordum. Her ne kadar şiirdeki bazı kuralları es geçmiş olsam da dörtlükler yavaş yavaş oluşuyordu.


          İzzet eylersin bülbüle seherde

          Pembe gül gibi açmazsın her yerde

          Bürünmüş olduğun o siyah perde

          Çelik zırh olur kem göze karagül


          Nergis ar eder, utanır açmaya

          Leylaklar sen varken koku saçmaya!

          Anka gibi külden doğup uçmaya

          Aşk yeter gerek yok köze Karagül


          Kendimi iyice kaptırmıştım ki kulağıma yarı yalvarmaklı yarı ağlamaklı bir ses geldi. Çaresizliğin dem vurduğu bu sesin, ilham perilerimden gelmediği aşikârdı. Kafamı kaldırıp camdan dışarı baktığımda çok şaşırmış ama bir o kadar da sevinmiştim. Nasıl sevinmem ki; öldü diye bildiğim "Karaburun" kapıyı tırmalayıp açmam için garip sesler çıkarıyordu. Kısa süreli şaşkınlığın ardından hemen koşup kapıyı açtım. Film sahnesi gibiydi. Hani genel de kızak köpeklerinden biri bağını çözer, kurtların peşinden gider, bir kaç gün gelmez ya... Tam da umutların bittiği anda çıkagelir... Köpek de sahibi de çok mutlu olur ya... Bizimki de öyle bir şeydi.

           Yaklaşık on gün önce kadardı. Arkadaşlar, göreve çıktıklarında yol kenarında -muhtemelen araç çarpması sonucu- ölen bir köpeğin fotoğrafını çekip altına da "bizim Karaburun" diye yazmışlardı. Sarı tüyleri, patilerindeki, kulak ucundaki ve de burnundaki siyahlıklar birebir aynıydı. Kendi gözlerimle görmeden, fotoğraftakinin Karaburun olduğunu söyleyemezdim ama yine de bu habere çok üzülmüştüm.

           Kapıyı açar açmaz bacaklarıma sarıldı. Kesik kesik havlayıp kuyruğunu sallıyordu. Çok sevinmesine rağmen benimle oynayacak mecali yoktu. Çok halsiz ve bitkin görünüyordu. Dizlerimin üzerine çöktüm ve boynuna sarıldım. Bu onun çok hoşuna gitmiş olmalıydı ki yanağını yanağıma koydu ve bir süre öylece kaldık. Sonra bir elimle yavaş yavaş yüzünü, boynunu ve başını okşayıp sevmeye başladım. Ağlayan çocuk gibiydi. Ben sevdikçe sakinleşip rahatlamıştı.

           Mahsun ve hüzünlü sesiyle hem teşekkür ediyor hem de "Çakır'ı" bulamadığını anlatıyor gibiydi. Karnının, nerdeyse içeri yapışmasından, kaburga kemiklerinin net bir şekilde belli olmasından, günlerdir aç olduğu fazlasıyla belliydi. Adeta bir deri bir kemik kalmıştı...

   Yemesi için hemen birşeyler getirdim ama nafile... Hiçbir şey yemiyordu.

Yavaşça kenara çekilip yere uzandı. Arada bir başını hafiften kaldırıp göz ucuyla bana bakıyor, sonra tekrar gözlerini kapatıp başını eğiyordu. Belli ki çok acı çekiyordu. Çakır'ı bulamamak onu perişan etmişti.

            Bir müddet sonra sağ kalçasını yalamaya başladı. Şüphelenip baktığımda derin bir yara gördüm. Yabayla mı vurmuşlar yoksa fişek yarası mı tam olarak anlayamadım ama bayağı kötüydü. Veterinere götürmek gibi bir şansım yoktu. Bu nedenle kendim birşeyler yapmak zorundaydım. Her ne kadar çekimser kalsam da, canı yandığı zaman beni ısırabilir diye... Yine de bu duruma kayıtsız kalamazdım, bu riski göze almalıydım. Hemen ecza dolabının olduğu odaya koştum. Neyse ki tentürdiyot, pamuk ve gazlıbez gibi gerekli pansuman malzemesi mevcuttu. İşime yarayabilecek olanları alıp Karaburun'un yanına döndüm.Tedbirli bir şekilde, yapabildiğim kadarıyla pansuman yaptıktan sonra yaranın üzerini iyice sardım. İlk başta biraz tedirgin olsa da uslu uslu durmuştu Karaburun. Hastanın doktora teslim olması gibi o da kendini bana teslim etmişti.

       Bir kez daha başını ve sırtını okşayıp sevdikten sonra içeri geçtim. O ise doğrulup arka ayaklarının üzerine oturdu ve ulumaya başladı. Daha önce hiç böyle uluma duymamıştım, adeta ağlıyordu. Her bir ulumasında ayrı bir yalvarış ayrı bir çağrı vardı:

            -Çakııır, Çaaakır nerdesiiiin...Yalvarırım gel artık... Çakıır... Çakıır!

İçimde fırtınalar koparmıştı benim de... içerde fazla duramadım tekrar yanına geldim. Ben ona o da bana bakıyordu.

             “Gelmedi. Gelmedi işte. O kadar bağırdım, çağırdım ama yine de duymadı beni.”

Ben, bir kez daha elimi başında gezdirerek onu teselli etmeye çalıştım.

              "Sen elinden geleni yaptın. Artık üzme kendini bu kadar. Hem bakarsın o da çıkıp gelir, belli mi olur?” dediğimde göz göze gelmiştik. Gözlerinden süzülen yaşlar onun yanağını ıslatırken, benimse yüreğimi yakıp kavuruyordu. Damlaların her biri yüreğimde ayrı ayrı kor oluyordu. Belli ki yalnız kalmak çok zordu onun için. Acı çekiyor, dayanamıyordu. Nasıl dayansın ki? Çakır onun herşeyiydi. Dostu, arkadaşı, kardeşi...Aynı ana babadan olmuşlardı. Baba, kangal anne Sibirya kurdu kırmasıydı. Dünyaya geldiklerinde altı kardeştiler. Ama bize sadece iki adet gerektiğinden benim için zor olsa da aralarında seçim yapmak zorunda kalmıştım. Hepsi birbirinden tatlıydı. Ben sarı tüylü, patisinin, kulaklarının ve burnunun ucu siyah olan ile beyaz tüylü, kulakları dik duran, bir gözü kahverengi diğeri çakır olan ve görünümüyle de tam bir kurdu anımsatan iki yavru dikkatimi çekmiş ve onları almıştım. Karabun babanın, Çakır ise annenin bire bir aynısıydı.

            Bir gün nasıl olduysa Çakır, tel örgünün dışına çıkmış ve bir daha da dönmemişti. Oysa daha önce de bir çok kez beraber çıkmışlar, her seferinde geri dönmüşlerdi. Muhakkak başına bir iş gelmişti. Ya birileri kaçırmış ya da ölmüştü. Dönmeyince, arkadaşlarla aramaya çıktık. Seferber olmuştuk her birimiz Çakır için. Bakmadık yer sormadık kimse kalmamıştı, ama yine de bir türlü bulamamıştık.

              O gittikten sonra Karaburun deliye dönmüş, yerinde duramamıştı. Gece gündüz uluyordu. Ama öyle bir uluma ki hayvan sanki ağlıyordu. Hiç bir şey de yemiyordu.

              Bir gün, daha fazla dayanamayıp, Çakır'ı aramaya kendisi gitti. Sabah gidiyor akşam geliyordu. Bazen de gece gidip gündüz geliyordu. Fakat bir türlü Çakır'ı bulamıyordu. Son gidişi ise yaklaşık on beş gün önceydi. Tam ondan da umudu kesmiştim ki biraz önce çıkageldi.

             Bu denli aradığına göre Çakır'ı çok seviyor olmalıydı. Kim bilir belki sevginin yanı sıra pişmanlık da vardı. Ne de olsa Çakır'ı az hırpalamamıştı. Çoğu zaman yemek bile yedirmez kan revan içinde bırakırdı onu. Ama birlikte oynarken de ayrı bir keyifleri oluyordu. Kovalamaca oynar dururlardı. Her ne kadar birbirlerini zaman zaman hırpalasalar da hiç ayrılmaz, beraber oynar beraber gezerlerdi. O halleri çok hoşuma giderdi. Çok da mutlu olurdum. Oysa şimdi...

             Akan gözyaşları özlem miydi, pişmanlık mı? Belki de her ikisi de. Çakır çıkıp gelse yine aynısını yaparmıydı? İster adına sevgi deyin ister pişmanlık...

Gerçek olan tek bir şey vardı ki o da vefa .

          Yapılan yanlışların hiç bir zaman geri dönüşü olmuyor.

          Ölüm döşeğindeki hasta gibi inleyip sızlanıyordu. Çektiği acının tarifi elbette ki olamazdı. Keşke yapabileceğim bir şey olsaydı da acılarını az da olsa hafifletebilseydim. Eli kolu bağlı durmaksa beni daha çok üzüyordu.

          Karaburun yaşayan bir nasihat gibiydi. Baştan ayağa ibret doluydu. Adeta bizlere;

          “Ey insan oğlu, elindekilerinin özellikle de sevdiklerinin kıymetini bil. Onlar varsa sen de varsın, onlar yoksa sen de yoksun. Bil ki geçen günler geri gelmediği gibi yaşananlar da bir daha yaşanmıyor." diyordu her haliyle.

          Karaburun ertesi gün son bir kez daha gitmişti. Anlaşılan veda merasimini sevmiyordu ki kimseye görünmeden sessizce çıkıp gitmişti.

           “Artık buralarda duramam” der gibi...

           Ama bu sefer...

           Evet bu seferki...

           Dönüşü olmayan bir gidişti.


                     Nefesi (Orhan ÖZER)